A.SEN’İN YAPABİLİRLİKTEN YOKSUNLUK TEORİSİ VE TOPLUMSAL DIŞLANMA ÇERÇEVESİNİN KARŞILAŞTIRMASI
Bu rapor Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Prof. Dr. Gürol Irzık, Prof.Dr. Ayşe
Buğra ve Zeynep Davran gözetiminde gerçekleştirilen yüksek lisans tez çalışmasına
dayanmaktadır.
1
GİRİŞ
Bu çalışmada, güncel yoksulluk tartışmalarında etkili olan iki yaklaşıma – yapabilirlikten
yoksunluk ve toplumsal dışlanma yaklaşımına – değineceğim. Öncelikle, iki yaklaşımın
yoksulluğun doğasıyla ilgili farklı kavramsal araçlara başvurduklarını ve farklı normatif
zeminlere dayandıklarını göstermeye çalışacağım. Başka bir deyişle amacım, yoksulluğun
farklı sorunsallaştırılma şekillerine dikkat çekerek, bu yaklaşımlarda varsayılan toplumsal
düzen ve normatif temellerin bu farkı nasıl yansıttığını gösterebilmek.
Kısaca, yapabilirlikten yoksunluk yaklaşımı, yoksulluğu “insanca bir hayat yaşayabilmek için
gerekli olan temel yapabilirliklerden yoksun olma”1
olarak tanımlamaktadır. Burada gelir
veya fayda yerine birey özgürlüğü vurgulanmaktadır. Öte yandan, toplumsal dışlanma
kavramı özellikle Avrupa’daki güncel siyasi tartışmalar ve toplumsal eşitsizlik
araştırmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Toplumsal dışlanma yaklaşımı ait olmayı ve
katılımı engelleyen toplumsal, politik ve ekonomik süreçlere dikkat çeker. Bunun yanı sıra,
toplumsal bütünleşme ve toplumun bir arada durmasını sağlayan bağların neler olduğu
üzerinde durmaktadır. A.Sen “ Toplumsal Dışlanma: Kavram, Uygulama ve İnceleme” adlı
makalesinde, toplumsal dışlanma yaklaşımı ile Adam Smith’in “(yoksulluğu nedeniyle)
utanmadan toplum hayatına katılabilme” kabiliyeti arasında benzerlik kurar ve toplumsal
dışlanma yaklaşımının yapabilirlik yaklaşımı içinde ele alınarak daha iyi anlaşılabileceğini
iddia eder2
. Yani Sen’ e göre yapabilirlikten yoksunluk çerçevesi, toplumsal dışlanma
yaklaşımını – dışarıda hiçbir şey bırakmadan – kapsamaktadır. Sen için toplumsal dışlanma
söylemine ihtiyaç olup olmadığını belirleyecek olan şey yoksunluğa yol açan nedenlerin
doğasıdır. Bu durumda, toplumsal dışlanma kendi başına bir yoksulluk kavramı değildir;
1
Sen (2000b), p.5
2
Ibid., p.2
2
yapabilirlikten yoksunluk yaklaşımının ortaya koyabileceğinden daha farklı bir bakış açısı
ortaya koymaz.
Bu çalışmada “yapabilirlikten yoksunluk yaklaşımı toplumsal dışlanma yaklaşımını kapsar
mı?” sorusuna cevap vermeye çalışacağım. Bunu yapabilmek için öncelikle bu iki yaklaşımı
açıklayacağım. Yapabilirlik yaklaşımının iki temel öğesi; yapabilirlikler (capabilities) ve
işlevlere (functionings)∗
değineceğim. Bir değerlendirme alanının (evaluative space)3
kuruluşunda bu iki temel öğeye ve toplumsal özelliklere atfedilen rollerin ne olduğunu
aydınlatmaya çalışacağım. Değerlendirme alanının oluşturulmasında kurucu mu yoksa araçsal
bir role mi sahipler? Kısaca, bu rollerin metodolojik bireycilik ve bütüncülük için önemine
değineceğim. Daha sonra, toplumsal dışlanma yaklaşımının en etkili üç paradigmasını –
dayanışma (solidarity), uzmanlaşma (specialization) ve monopol (monopoly)– anlatacağım.
Burada esas amacım, her paradigmanın yansıttığı farklı politik ve teorik angajmanları ortaya
koymak. Daha sonra iki yaklaşımı karşılaştırabilmek için, toplumsal dışlanma yaklaşımında,
sosyo-ekonomik yapı, kurumlar ve toplumsal özelliklere atfedilen rolün ne olduğuna
bakacağım.
İkinci bölümde, Sen’in yapabilirlik yaklaşımının toplumsal dışlanma yaklaşımını kapsadığına
ilişkin argümanını iki farklı eksende inceleyeceğim. İlki, her iki yaklaşımı varsaydıkları
toplumsal düzen anlayışı açısından değerlendirmek. Sen’in, Adam Smith’e yaptığı atıflardan
faydalanarak, bireysel yoksunluklarla ilgili bir kaygının toplumsal bağların çözülmesine
∗ İşlevler bir kişinin yapmaya ya da olmaya değer verdiği şeyleri yansıtır. Yapabilirlikler ise, kişinin
ulaşmasının mümkün olduğu alternatif işlev bileşimlerini anlatır. Daha sonraki bölümlerde açıklanacağı gibi
yapabilirlik bir tür özgürlüktür; kişinin farklı hayatlar yaşayabilme, farklı etkinliklerde bulunabilme özgürlüğünü
ifade eder.
3
Bu alan, refahın hangi kriterler göz önünde bulundurularak değerlendirildiğini belirtir. Örneğin, Sen “neyin
eşitliği?” diye sorarak, eşitliğin hangi kritere göre değerlendirileceğini sormaktadır. Başka bir deyişle,
değerlendirme alanını oluşturacak öğeler nelerdir? Sen, bireysel fayda veya öncelikli mal ve hizmetlerin eşitliği
ölçmek için uygun olmadığını belirtir ve eşitliğin yapabilirlikler alanında ölçülmesi gerektiğini ifade eder.
3
ilişkin bir kaygıya zorunlu olarak yol açmadığını göstermeye çalışacağım. İkinci eksen,
toplumsal dışlanmanın bir süreç olma özelliği. Bu özellik, toplumun bazı insanları sistematik
olarak gereksizleştiren dinamik süreçlerine işaret etmektedir. Burada amacım dışlanmanın bir
süreç olarak ele alınmasının aksi takdirde göz ardı edilebilecek ne gibi sorular ortaya
koyduğunu göstermek olacak.
Toplumsal dışlanma literatüründe, eşitsizlikler sonucunda ortaya çıkan kutuplaşma, toplumsal
dışlanmanın tanımlayıcı bir öğesi olarak kabul edilmektedir. Üçüncü bölümde, her iki
yaklaşımı eşitsizliğe atfettikleri rol açısından değerlendireceğim. Yapabilirlik yaklaşımı
özellikle toplumun büyük kesiminin yoksullukla savaştığı azgelişmiş ülkelerdeki sorunları
aydınlatmak için geliştirilmiştir. Öte yandan, toplumsal dışlanma yaklaşımı 1970 sonlarında
zengin ülkelerde de ortaya çıkan yapısal dışlama süreçlerine dikkat çekmektedir. Göstermeye
çalışacağım gibi bu fark, eşitsizlik kavramının her iki teoride oynadığı rolde de farklılık
yaratır. Toplumsal dışlanma yaklaşımı, en üst ve en alt sosyal sınıflar arasındaki göreli
yoksunluktan hareket eder ve bu iki sınıfın koşullarının birbiriyle ilişkili olduğuna dikkat
çeker. Öte yandan yapabilirlikler, yoksunluğun farklı boyutları konusunda aydınlatıcı olsalar
da, tüm toplumu etkileyen eşitsizlikler konusunda eşit derecede açıklayıcı değildirler.
Son bölümde iki yaklaşımın farklı normatif boyutlarını ele alacağım. İlk olarak, Marshall’ın
vatandaşlık statüsü anlayışının tarihsel yerine normatif bir yorumunu önerecek ve bunu
toplumsal dışlanma yaklaşımı ile özdeşleştirmeye çalışacağım. Bu yorum, vatandaşlık
statüsünün bütünleşmeyi sağlayan bir toplumsal bağ olarak anlaşılmasını sağlamaktadır.
Bunun yanı sıra göstermeye çalışacağım gibi, vatandaşlık statüsü, sosyal politika ve sosyal
yardım taleplerinin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili normatif bir zemin oluşturur. Bu zemin
sosyal politikaların geçici, isteğe bağlı ve hayır işi olarak görülmesini dışlamaktadır. Böylece,
4
bir hak zeminini zorunlu olarak içeren toplumsal dışlanma yaklaşımı, yoksulluğu politik bir
sorun olarak ortaya koymaktadır.
Son olarak, bu görüşlerin yapabilirlik yaklaşımı ile nasıl ilişkili olduğunu göstermek için, bir
hakkın cismi ve normatif şekli arasında bir ayrım yapacağım. İlki hakkın içeriğini (sağlıklı
olmak, eğitimli olmak vb.) belirlerken, diğeri yardım taleplerinin nasıl anlaşılması gerektiğini
ortaya koyar. Bu ayrım ile göstermeye çalışacağım şey şu olacak: Yapabilirlikler hakların
içeriğini oluştursa da, hak kavramının niteliği gereği içerdiği normatif şekle sahip değildirler.
Buradan hareketle, toplumsal dışlanma yaklaşımının zorunlu bir öğesi olan bu normatif
boyutun, yapabilirlik yaklaşımının zorunlu bir öğesi olmadığını söyleyebiliriz. Tüm bunlar
göz önünde bulundurularak ilk başta yöneltilen soruya cevaben toplumsal dışlanmanın
yapabilirlik yaklaşımından farklı boyutlar ve açılımlar sağlayan bir yaklaşım olduğunu
söylemek mümkün gibi görünüyor.
5
I. İki Yoksulluk Yaklaşımı: Yapabilirlikten Yoksunluk ve Toplumsal Dışlanma
1.1 Yapabilirlikten Yoksunluk
A.Sen tarafından geliştirilen yapabilirlikten yoksunluk teorisi, yoksulluğun anlaşılmasında
yeni bir çerçeve ortaya koymaktadır. Bu çerçevede Sen, yoksulluğu “genel kabul gören bir
hayatın gerektirdiği asgari ihtiyaçlar için gerekli gelir düzeyine sahip olmamak”4 şeklinde
tanımlayan geleneksel görüşlerin aksine, yoksulluğu anlamak için insanların “ne yapıp
yapamadıkları ve ne olup olamadıklarına”5
bakılması gerektiğini savunmaktadır.
Bu yaklaşımda yoksulluk, standart yoksulluk ölçütü olan gelir düzeyi yerine “kabul edilebilir
bir hayat düzeyine ulaşmak için gerekli temel yapabilirliklerden yoksun olma”6
olarak
tanımlanmaktadır. Gelir düzeyinin temel odak noktası olarak kabul edilmemesi, gelirin
yoksulluk üzerindeki etkisinin yadsındığı anlamına gelmez. Ancak gelir düzeyi,
yapabilirlikten yoksunluk yani gerçek yoksulluk üzerinde etkin olan faktörlerden sadece
biridir. Yapabilirlik yaklaşımının gücü, gelir ve servet düzeyinin, kişinin refahını anlamak için
yeterli olmadığı fikrinde yatmaktadır. A.Sen yoksulluğun doğasının anlaşılabilmesi için
eylemlilik ve aktivite fikrine odaklanan bir yaklaşımı benimsemektedir. Bu görüş, gelirin
kendi içinde bir amaç olamayacağı, kişinin refahı için ancak bir araç olabileceğini savunan
Aristotelesçi bir perspektifi benimser: “Servet sadece başka bir amaca hizmet eder, her zaman
başka bir şey için yararlıdır.”7
Bu durumda, öncelikle gelir düzeyi ve yapabilirlikler arasında nasıl bir ilişki olduğunun
açıklanması gerekir. “Gelir ve yapabilirlik arasındaki ilişki, kişinin yaşından (örneğin yaşlı ya
da çok genç olanlara özgü ihtiyaçlar), toplumsal cinsiyetten ve toplumsal rollerden (örneğin
annelik veya adet olmuş aile yükümlülükleri), yerleşim yerinden (örneğin su baskını ya da
4
Sen (1982), s. 28
5
Ibid., s. 28
6
Sen (1992), s. 109
7
Sen (2000a), s.14’ten alıntı.
6
kuraklığa yatkınlık ya da bazı kent yaşamlarında görülen güvensizlik ve şiddet),
epidemiyolojik atmosferden (örneğin bölgedeki salgın hastalıklar) ve kişinin
denetleyemeyeceği – ya da sadece kısmen denetleyebileceği – diğer değişikliklerden güçlü
biçimde etkilenir.”8
Bu faktörler, kişinin gelir edinme yeteneğini azaltmanın yanı sıra, gelirin
yapabilirlik ve işlevlere dönüştürülmesini de etkilemektedir. Bu “dönüştürme” nin nasıl
yapıldığı yukarıda da belirtildiği gibi bir taraftan kişisel rol ve özelliklere, diğer taraftan
toplumsal şartlar ve çevreye bağlıdır. Örneğin, bir araba fiziksel engelli bir kişi için “hareket
halinde olma” işlevine dönüştürülemezken, aynı meta fiziksel olarak yeterli birinin aynı işleve
ulaşması için yeterli olacaktır. Benzer biçimde, hava kirliliğinin tehlikeli düzeyde olduğu bir
bölgede, iyi beslenme kişinin sağlıklı olma işlevi için yeterli olmayabilir. A. Sen’in de
belirttiği gibi, bu faktörler, gerçek yoksulluğun (yapabilirlik yoksunluğu bakımından) gelir
alanında görülenden çok daha şiddetli olabileceğini ortaya koyar.“Yoksulluğu anlamak için
boşalmış cüzdanlara değil, yoksunluk içindeki hayatlara bakmak gerekir.”9
Sadece gelir
düzeyi ve serveti temel alan bir anlayış, yoksunluğun farklı boyutlarını kavramada yetersiz
kalacaktır. Aksine, yapabilirlikten yoksunluk teorisi, yoksulluğun çok boyutlu özelliğini ve
insan hayatının farklılıklarını göz ardı etmez. Sen’in yaklaşımı, kısaca üç temel noktayla
özetlenebilir.
a) Düşük gelir düzeyi, yoksulluğun tek nedeni değil, farklı nedenlerden sadece bir
tanesidir.
b) Bu yaklaşımda önemli olan araçsal olarak önem taşıyan yoksunluklar değil içkin
değeri olan yoksunluklardır.
c) Düşük gelir düzeyi ve yapabilirlik yoksunluğu arasındaki ilişki kişisel ve toplumsal
faktörlerden etkilenmektedir.
8
Sen (2000a), s. 88
9
Ibid., s. 88
7
A) Yapabilirlikler ve İşlevler:
Yoksulluk, “yapabilirlikler” alanında değerlendirilmektedir. Yapabilirlikten yoksunluk
teorisinin iki temel öğesi yapabilirlikler ve işlevlerdir. İşlevler kavramı bir kişinin yapmaya ya
da olmaya değer vereceği çeşitli şeyleri yansıtır. Değer verilen işlevler, yeterli beslenme ve
önlenebilir hastalıklara yakalanmama gibi temel işlevlerden topluluk hayatına katılma ve
özsaygı sahibi olma gibi daha karmaşık durum ve etkinliklere kadar değişik biçimler
alabilirler. Bir kişinin yapabilirlik kümesi, o kişinin ulaşmasının mümkün olduğu alternatif
işlev bileşimlerini anlatır. Bu durumda, yapabilirlik bir tür özgürlüktür. Kişinin farklı hayatlar
yaşayabilme, farklı etkinliklerde bulunabilme özgürlüğünü ifade eder. Bir kişinin
yapabilirlikleri ve işlevleri birbiriyle ilişkili olmakla beraber analitik olarak ayırt edilebilirler.
Bu iki temel öğe arasındaki farkı bir örnekle açıklamaya çalışalım. İyi beslenmeyen yani iyi
beslenme işlevine sahip olmayan iki kişiyi düşünelim. Bunlardan biri, dini inançları nedeniyle
oruç tutmaktadır. Diğeri ise, Afrika’da zorunlu olarak açlık çekmektedir. Bu iki durum için,
beslenme açısından aynı işlevsel kazanımdan söz etmek mümkündür ancak bu iki kişinin
“yapabilirlik kümeleri” birbirinden farklıdır. Oruç tutan kişi yemek yemeyi, iyi beslenmeyi
seçebilirken diğer kişi bunu yapamaz. Bu nedenle yapabilirlik yaklaşımı kişinin zorunluluk
nedeniyle değil, kendi seçtiği şekilde yaşamasının önemini vurgular. Sen için “seçmek” kendi
içinde bizatihi önemli bir işlevdir ve bir seçim sonucunda yaşanan hayat daha zengin bir
hayattır. Bu durumda, eğer bir kişi imkan tanındığı halde yemek yememeyi tercih ediyorsa,
kişinin iyi beslenme yapabilirliğine sahip olduğunu söylemek mümkün olacaktır.
Yapabilirlikler özgürlük türleridir. Kişinin farklı hayatlar sürdürebilme yeteneğini
yansıtmaktadırlar. Diğer taraftan işlevler, özgürlük çeşidi değildirler. İki kavram arasındaki
fark, bir şeyi yapma/bir şeye sahip olma ve bir şeyi yapma/bir şeye sahip olma özgürlüğü
olarak ifade edilebilir. “Sağlıklı olma ve iyi beslenmenin özgürlük olduğu öne
8
sürülmemektedir. Bir özgürlük türü olarak yapabilirlik kişinin seçim yapabileceği alternatif
işlev (sağlıklı olma veya iyi beslenme gibi) bileşimlerini temsil eder.”10 Sen’in teorisinde,
yoksulluğun değerlendirilmesi bireylerin yapabilirlik setlerine bakılarak yapılmaktadır; yani
bu yaklaşımın bildirişimsel temeli∗
kişinin değer verdiği yapabilirlikler kümesidir.
B) Toplumsal Özelliklerin Değerlendirme Alanı için Araçsal Rolü
Bir önceki bölümde, kişinin kendi değer verdiği işlevleri seçebilmesinin yapabilirlik
teorisinde merkezi bir rolü olduğu belirtilmişti. Bu bireyin refah düzeyinin
değerlendirilmesinde toplumsal koşulların göz ardı edildiği anlamına gelmez. Aksine,
yapabilirlik yaklaşımında bir “atomik birey” tahayyülü yoktur. Sen, yapabilirlik ve işlevlerin
toplumsal norm ve değerler ile yakından ilişkili olacağını, bunun yanı sıra bireyin yapabilirlik
kümesinin geliştirilmesinde avantaj ya da dezavantaj olabileceklerini vurgular. Toplumsal
faktörler üzerine yapılan bu vurguya rağmen, yoksulluğu değerlendirme alanında (bu
durumda yapabilirlikler ve işlevlerden oluşan bir alandır söz konusu olan) toplumsal
faktörlerin, toplumun bütününün özelliklerinin nasıl bir rolü vardır sorusu hala geçerli bir soru
olacaktır. Toplumsal özelliklerin rolü araçsal mıdır yoksa yoksulluğun açıklanması için
bağımsız bir değerlendirme alanı oluşturabilirler mi? Başka bir deyişle, toplumsal özellikler
kurucu bir role mi yoksa araçsal bir role mi sahiptir?
Kurucu rol araçsal bir rolün aksine, toplumsal özellikleri sadece bireyi etkileyen dışsal
faktörler olarak görmez; onları değerlendirmenin içkin değere sahip bir öğesi olarak ele alır.
Bu durumda, yoksulluğun değerlendirilmesi için kültürel, siyasi ve ekonomik yapılar, süreçler
ve özelliklerin doğasına ilişkin ayrı, bağımsız bir değerlendirme alanı gerekli olacaktır. Bu
toplumsal özelliklerin ayrı bir analiz birimi olarak ele alınması anlamına gelir. Bu durumda,
10 Sen (2004), p. 334
∗
““Informational basis”in Türkçesi olarak Özgürlükle Kalkınma’dan alınmıştır.
9
yoksulluğun analizi – tek tek bireylere değinmeden – toplumsal düzeyde yapılacaktır.
Örneğin, toplumsal bağları oluşturan kolektif değer ve kurumlar, post-Fordist üretim tarzı ile
şekillenen bir toplum, esnek istihdam pratikleri, küresel sermaye hareketleri, hizmet
sektörünün yükselişi ve bunların toplumun tümünü nasıl etkilediği yoksulluğun anlaşılması
için başlangıç noktasını oluşturur. Öte yandan, araçsal bir rol, bu özelliklere ne kendi içinde
bir değer atfeder ne de bireye sağladıkları katkı dışında açıklayıcı bir rol.
Yukarda yöneltilen soruyu cevaplayabilmek için ahlaki ve metodolojik bireycilik arasında bir
ayrım yapmak gerekmektedir. Ahlaki bireycilik (ethical individualism), toplumsal durumların
değerlendirilmesinde toplumsal özelliklerin bireyler üzerindeki etkileri üzerinde durur ve
sadece ve sadece bireylere ahlaki bir değer atfeder. Öte yandan metodolojik bireycilik
(methodological individualism) tartışması daha muğlaktır; ontolojik (ontologic), anlatımsal
(explanatory) ve semantik (semantic) bireyciliği içerir. Toplumsal özelliklerin araçsal ya da
kurucu rolüne ilişkin soru, öncelikle anlatımsal bireycilikle ilgili gibi görünmektedir. Son
zamanlarda, anlatımsal bireyciliğin, metodolojinin özü olduğu iddia edilmektedir.11
Anlatımsal bireycilik ve bütüncülük tartışması şu soru etrafında dönmektedir: Toplumsal
özellikler ve durumlara ilişkin anlatımlar birey düzeyine indirgenebilir mi yoksa bunlar
bağımsız bir değerlendirme alanı mı gerektirmektedir? Bireyci, birey düzeyinde bir anlatımı
tercih ederken, bütüncül yaklaşımı benimseyen biri tek tek bireylere değinmeden toplumsal
düzeyde bir anlatımı tercih eder. Şimdi, bu şekilde özetlenen ayrımların yapabilirlik
yaklaşımı ile nasıl ilişkilendirilebileceğine bakalım.
Bireysel özgürlüğün gelişme için en temel unsur olduğunu belirten A.Sen için esas değer
birey yapabilirlikleridir. Toplumsal durum ve olaylar bireysel yapabilirlikler temelinde
11 Daha detaylı bir tartışma için bkz. Bhargava (1992).
10
değerlendirilmektedir. Bu anlamda, A.Sen’in ahlaki bireyciliği uyguladığı söylenebilir. Tabii,
burada kullanılan “birey” kavramının anlaşılması önemlidir. Daha önce de belirtildiği gibi
Sen, atomik bir birey anlayışını benimsemez. Her ne kadar yoksunluklara değinmek için
bireyi temel alıyorsa da, Sen bireysel özgürlüklerin toplumsal, ekonomik, siyasi yapı ve
olanaklarla güçlendiğini ya da kısıtlandığını söyler. Bu göz önünde bulundurularak, A. Sen’in
metodolojik açıdan yani değerlendirme alanının oluşturulmasında toplumsal özelliklere
araçsal bir rol atfettiğini söylemek mümkün gibi görünüyor. Sen, toplumun bütününün
özelliklerini bağımsız bir değerlendirme alanı olarak almaz yani toplumun bütünü ayrı bir
araştırma nesnesi oluşturmaz. Aile ve komşuluk ilişkilerinin doğası, toplumsal normlar,
pratikler ve kurumsal yapılar birey refahı için araçsal bir rol ve öneme sahiptirler. Sonuç
olarak, toplum değerlendirme alanıyla ancak araçsal bir düzeyde ilişkilendirilebilir ve refah
birey düzeyinde anlaşılabilir. Bu durumda A.Sen’in anlatımsal bireyciliği benimsediğini
söylemek mümkündür.
Buraya kadar, yapabilirlik yaklaşımını özetlemeye çalıştım. Değerlendirme alanının,
yapabilirlikler ve işlevlerle nasıl kurulduğunu ve bireysel/toplumsal özelliklerin bu alan için
rolünün ne olduğunu açıklamaya çalıştım. Şimdi bir diğer yoksulluk yaklaşımına- toplumsal
dışlanmaya- bakalım.
1.2 Toplumsal Dışlanma
Yoksulluğun anlaşılmasında etkili olan diğer bir yaklaşım toplumsal dışlanmadır (kısaca TD).
TD kavramı, Fransa’da toplumsal bütünleşme ve dayanışma sorunlarının tartışıldığı 1970’li
yıllarda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta, “TD” terimi ekonomik kaynaklara ulaşamayan fiziksel
ve zihinsel engelliler, yaşlılar, uyuşturucu bağımlıları, suçlular gibi endüstriyel toplumun
11
normlarına uymayanlar, “dışarıda kalanlar” için kullanılmaktaydı. Yani, toplumsal dışlanma
toplumun tümünü etkilemeyen, marjinal bir hadiseydi.
Ancak 70’lerin sonları ve 80’li yıllarda, dünya sermayenin globalleşmesi ve Post-Fordizm ile
tanıştı. Bu, aynı zamanda endüstriyel toplumların sosyo–ekonomik yapısında derin
farklılaşma süreçleri ve yapısal değişiklikler anlamına gelmekteydi. Bu süreç içinde Fordist
topluma özel bir çok kurumun çözülmüş, serbest pazar ve özelleştirme politikalarını
desteklenmesi, kamu hizmetlerinin azaltılması yönünde gelişen keskin bir ideolojik değişim
söz konusu olmuştur. Güncel Avrupa tartışmalarında etkili olan TD kavramı toplumsal
birleşmeye tehdit oluşturan, sürekli işsizlik, varoşların yaygınlaşması ve aile yapısında ortaya
çıkan değişiklikler vb. gibi yeni problemlere işaret eder. Toplumsal dışlanma terimi farklı
şekillerde kullanılmıştır. Bu kullanım farkları, toplumsal dışlanmanın nasıl
sorunsallaştırıldığına, bu söylemi oluşturan koşullara ve önerilen çözümlere ilişkin farklara
işaret eder. Hilary Silver TD kavramının farklı teorik angajmanları ve siyasi ideolojileri temsil
eden üç paradigmada kullanıldığına dikkat çeker. Bunlar, dayanışma, uzmanlaşma ve
monopol paradigmalarıdır.12
A) Dayanışma, uzmanlaşma ve monopol paradigmaları
Dayanışma paradigması, Fransız Cumhuriyetçi geleneği takip eder. Dışlanma, öncelikle birey
ve toplum arasındaki ahlaki ve kültürel bağların zayıflaması ve kopması anlamına gelir. Bu
paradigmada, toplumsal düzen dışarıdan verili ahlaki, normatif bir yapıdır; birey, grup veya
sınıfsal çıkar çatışmaları ile temellendirilmez. Bu açıdan, Rousseau’nun “genel irade”
(general will) kavramıyla ilişkilidir. Bu paradigmada, dayanışma ve kardeşlik fikri ön plana
12 Silver (1994), bkz.Littlewood and Glorieux (1999), s.4
12
çıkar. Bu kavramlar toplumsal düzeyde açıklama gerektiren kavramlardır yani tek tek
bireylerin elde ettikleri avantajlardan yola çıkarak açıklanamazlar.
Uzmanlaşma paradigması, Anglo-Saxon geleneğini takip eder. Bu paradigmada, “toplumsal
düzen, birbiriyle rekabet içinde, kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin istemli olarak
katıldıkları değiş tokuş ağlarından oluşmaktadır.”13 Bu değiş-tokuş ağları aynı zamanda birey
ve gruplar arasında geliştirilen karşılıklı bağımlılığı da ifade etmektedir. Bireysel irade ve
seçimin merkezi bir rol oynadığı bu resimde toplumsal dışlanma da, yine bireylerin seçim ve
inisiyatiflerinin sonucunda ortaya çıkan bir durum olarak görülmektedir. Yani birey yaptığı
seçimler ve eylemleri sonucunda toplumdan dışlanmıştır. Bu, içinde bulundukları durum
nedeniyle “yoksulun kendisinin suçlanması”, sorumluluğun yoksula atfedilmesidir. Bu
yaklaşım, sosyal yardım fikrine karşı geliştirilen “sapkınlık tezi”(perversity thesis)14 ile
paralellik gösterir. “Sapkınlık tezi”, sosyal yardım politikalarının amaçlananın aksine
toplumsal içermeyi engelleyen yeni sorunlar yarattığı görüşüdür.
Monopol paradigmasında, “toplumsal düzen zorunlu olarak zorlayıcıdır, yukarıdan aşağıya
empoze edilen hiyerarşik iktidar ilişkilerinden oluşmaktadır.”15 Bu paradigma, Weberci bir
toplumsal düzen anlayışını benimser; toplum ne verili bir bütün ne de kendi iradeleri ile
sözleşmeler yapabilen bireyler topluluğudur.16 Toplum, iktidarı ve kaynakları kendi tekeline
almak isteyen, kendi çıkarları ile hareket eden ve birbiriyle bu yönde ilişki kuran gruplardan
oluşur. Bu paradigmada dışlanma, bir grubun diğerlerinin toplumsal ve ekonomik
kaynaklardan faydalanmasını engelleyecek şekilde statü, düzen ve grup oluşturma
13 Ibid. s. 5
14 Detaylı bir tartışma için bkz. Hirschman, Albert (1991) 15 Ibid. s. 6
16 Ibid. s. 6
13
süreçleridir.17 Bu süreçler, eşitsizliklerin güçlenmesini ve bir grubun elde ettiği ayrıcalıkların
sürekliliğinin sağlanmasını amaçlar. Tekeli elinde bulundurmak isteyen grup, toplumsal
kapanma mekanizmalarıyla diğerlerini dışarıda bırakmayı amaçlarken, dışlananlar vatandaşlık
ve eşit hak iddiaları ile toplumsal hayata dahil olmayı hedefler.
Toplumsal dışlanma tartışmalarında ortaya çıkan paradigmalar Silver tarafından bu şekilde
özetlenmektedir. Ekonomik ve Sosyal Araştırma Konseyi’nin (Economic and Social Research
Council)∗
, Öncelikli Konular Belgesi’nde toplumsal dışlanma “bireylerin topluma
katılabilmesini engelleyen toplumsal süreçler”18 olarak tanımlanır. Silver’a göre bu tanım,
Avrupa’ daki TD tartışmalarında merkezi bir yer tutmaktadır. Bu durumda, TD yaklaşımının
amacı, istikrarlı, toplumsal ilişkiler içinde yer almayı mümkün kılan, dışlama ve
marjinalleştirme süreç ve kurumlarını içermeyen bir yapı için gerekli koşulları ortaya
koymaktır. Böylece, yoksulluk sorunu ekonomik bir kategori olmaktan çıkar ve dışlamanın
politik ve toplumsal süreçleri sistemin içsel özellikleri olarak ortaya koyulur. Silver, dışlanma
söylemlerinde ortak olan konulara dikkat çeker. İlki, dışlanmanın nedenleri açısından küresel,
etkisi açısından yerel bir süreç olmasıdır. Yani TD, “ulusal, uluslararası ve bölgesel düzeyde
gerçekleşen ekonomik değişikliklerin, rekabet koşullarının sertleşmesi, toplumsal, siyasi
kurumların yeniden yapılanma süreçlerinin bir parçası”
19 olarak görülmektedir. Aynı nokta,
David Byrne’in sözlerinde de göze çarpar.
“Bu kitapta anlatılanlar, endüstriyel kapitalizmden, post-kapitalizme geçişi anlatır. Bu
insanların ulaşabileceği hayat tarzlarının değiştiği anlamına gelmektedir.”20 İkinci nokta,
TD’ın her zaman bir süreç olarak ele alınmasıdır. Yani, dışlanma insanların neye sahip olup
17 Ibid. s. 6
∗
Ekonomik ve Sosyal Araştırma Konseyi, sosyal bilimler alanında araştırma yapmak üzere İngiltere devleti
tarafından desteklenen en önemli kuruluşlardan bir tanesidir. 18 Ibid. s.7
19 Ibid. s.13
20 Byrne (1999), s. 76
14
olmadıklarını anlatan bir duruma değil, insanların toplumsal hayattan uzaklaşmalarına yol
açan dinamiklere işaret eder. Bu durumda, TD yaklaşımı post-kapitalizme∗
özgü süreç ve
dinamiklerin analizini gerektirmektedir. TD yaklaşımının diğer bir özelliği, çok-boyutlu
olmasıdır. İnsanlar, istihdam, konut, eğitim, mülk tüketim gibi hizmet ve faydalardan
dışlansalar da, önemli olan kişilerin farklı imkan ve etkinliklerden aynı anda dışlanmış
olmasıdır. Yani, kişiler toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel süreçlerden aynı anda
dışlanırlar. TD yaklaşımının diğer bir önemli yönü, mekansal boyutudur. 18. yy’da A.Smith
yoksulluğun insanları görünmez yaptığını söylemişti. Bugün mekansal ayrışmanın
keskinleşmesi, A.Smith’in yargısına paralel bir durum sergiler. Bu “iktidar ve eşitsizlik
ilişkilerinin kentin topografyasında maddileşmesi”21 anlamına gelir. Bu mekansal ayrışma
sadece ulusal düzeyde değil, küresel yoksulluk düzeyinde de gözlemlenmektedir.
TD yaklaşımının ana hatlarına, motivasyonun ve sorunsallaştırdığı konulara ve nasıl
sorunsallaştırdığına baktıktan sonra, TD analizinin toplumun bütünün sosyo-ekonomik yapı
ve kurumlarına bakmayı gerektiren makro düzeyde bir analiz gerektirdiği söylenebilir.
Avrupa Komisyonu 4. Çerçeve Programı’nda üzerinde durulduğu gibi, TD ilişkilerin
çözülmesi ve toplumsal bağın yok olmasını yansıtır. Farklı üretim tarzları, emek-sermaye
ilişkileri, yeni sermaye birikimi sistemlerinin araştırılması TD analizinin içkin bir öğesidir.
Toplumsal düzenin bütününe ilişkin değişiklikler, kendi başlarına bağımsız bir analiz birimi
oluştururlar.
Bu noktada, yukarıda bahsedilen farklı paradigmalarla ilgili birkaç noktaya değinmek önemli.
Uzmanlaşma ve dayanışma paradigmalarının, birbirlerine zıt iki analiz olduğunu söylemek
mümkün gibi görünüyor. Uzmanlaşma, yoksunlukların ortaya çıkmasını ve süreklileşmesini
mümkün kılan dinamikleri vurgulamamaktadır. Bu açıdan, ABD’deki “alt-sınıf” söylemine
∗
Kısaca, post-kapitalizm, kapitalizmin en temel özelliklerini taşımakla beraber post-Fordist üretim tarzı ve
global düzeydeki ekonomik organizasyonla karakterize edilir.
21 Erdoğan (2002), s. 38
15
yakın olduğu iddia edilebilir. Öte yandan, dayanışma paradigması, toplumun yapısal analizini
ve eşitsizlikleri ortaya çıkaran farklı süreçlerin incelenmesini gerektirir. Benzer olarak,
monopol paradigması da yapısal bir analizi gerekli kılar ve buna ek olarak, bazılarının
toplumsal, kültürel, toplumsal ve ekonomik ayrıcalıklarını diğerlerinin dışlanma sebebi olarak
ortaya koyar. Bazılarının haklarının nasıl diğer kişileri dışlayabileceği bu paradigmanın bir
konusu haline gelebilir.(örneğin, sosyal hakların sadece çalışanlara sağlanması). Bu
yaklaşımda, toplumsal içerme sadece sosyal güvenliğin herkes için ulaşılabilir olmasını
sağlamak değil, sosyal güvenlik sisteminin dönüştürülmesi, farklı risk ve hayat şekillerine
daha uyumlu hale getirilmesi anlamına gelmektedir.22
Bir sonraki bölümde, A. Sen’in TD yaklaşımının yapabilirlik yaklaşımının (kısaca YY) bir
parçası olarak değerlendirilebileceğini yani YY’nın TD yaklaşımını içerdiğini iddia eden
argümanını göreceğiz. Ancak Sen argümanında, TD yaklaşımının farklı paradigmalarına
ilişkin bir ayrım yapmamaktadır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, toplumsal dışlanma, Avrupa
merkezli bir tartışma olduğu için, Sen’in argümanını değerlendirirken bu tartışmalarda etkili
olan iki paradigmadan– yani dayanışma ve monopol- hareket edeceğim.
II) Toplumsal Dışlanma Yaklaşımı Yapabilirlik Yaklaşımı İçinde Yer Alabilir mi?
Buraya kadar, yoksulluk tartışmalarında etkili olan iki yaklaşımdan bahsettim. YY’da
yoksulluk bireysel özgürlükler alanı içinde değerlendirilmektedir. Toplumsal faktörler, bu
değerlendirme alanı için araçsal bir konuma sahiptirler. Öte yandan, TD yaklaşımında
toplumun bütünü ayrı bir analiz birimini oluşturmaktadır. Bu bölümde, öncelikle iki
yaklaşımın benzerlikleri üzerinde duracağım. Daha sonra, YY’nın TD yaklaşımını hiçbir
öğeyi dışarıda bırakmayacak şekilde içerebileceğine ilişkin görüşü değerlendireceğim. Bunun
22 Leisering and Leibfried (1999), Time and Poverty in Western Welfare States, bkz. http://64.233.183.104/)
16
için, öncelikle TD yaklaşımının ayırt edici olduğunu düşündüğüm niteliklerine değineceğim.
İkinci olarak, TD yaklaşımının içeriksel ve metodolojik bazı özelliklerinin YY’nın gözden
kaçırabileceği bazı sorunları gündeme getirdiğini göstermeye çalışacağım.
YY ve TD yaklaşımı arasındaki en önemli benzerlik her ikisinin de, yoksunlukların çok
boyutlu olduğuna dikkat çekmesidir. Sen yoksulluğu, temel yapabilirliklerden yoksun olma
olarak tanımlar. Bunu yaparken, yoksulluğun sadece gelir yoksunluğu olarak tanımlanmasının
doğurduğu tehlikeler işaret eder. “ …….. yoksulluğu sadece gelir yoksunluğu olarak görmek ve
eğitim, sağlık yatırımlarını, gelir yoksunluğunu sona erdirecek araçlar olarak temellendirmek,
araçlar ve amaçları birbirine karıştırmak olacaktır.”23 Gelir yoksunluğu olarak tanımlanan
yoksulluk, YY ve TD yaklaşımı için merkezi önem taşıyan, “yoksul bir hayat yaşamak”
anlayışından bir hayli uzaktır. “Yoksul bir hayat yaşamak” fikri, insanların katılacağı farklı
etkinliklerin ve farklı toplumsal ilişkilerin önemini vurgulamaktadır. Sen’e göre, insanların
değer verdiği işlev ve yapabilirlikler çok çeşitlidir; bu nedenle, YY kaçınılmaz olarak çok
boyutludur. Benzer olarak, TD yaklaşımı da insanların farklı etkinliklerden aynı anda yoksun
olduğunu öne sürer ve yoksunluğun politik, ekonomik, kültürel ve sembolik boyutları ile
ilgilenir.
Sen TD çerçevesinin, “yapabilirlik yoksunluğundaki ilişkisel özelliklere”24 dikkat çektiğini ve
bu açıdan YY’nı desteklediğini öne sürer. Sen’e göre, TD yaklaşımının önemi, YY’na
sağladığı katkıda yatmaktadır. Sen, insanın sosyal bir varlık olduğunu kabul eden
Aristotelesçi anlayışın, iki yaklaşım arasında bir bağ oluşturduğunu söyler. A.Smith
tarafından ifade edilen “toplum hayatına utanmadan katılabilme” yapabilirliğinden yoksun
olma, toplumsal dışlanma şeklini alan bir yapabilirlik yoksunluğudur. “Toplumsal ilişkilerden
23 Sen (2000a), s. 92
24 Sen (2000b), s. 4
17
dışlanmamak insanın değer verdiği bir işlevdir, işte bu anlamda toplumsal dışlanma doğrudan
yapabilirlikten yoksunluğun bir parçası olabilir.”25 Sen, toplumsal dışlanma kavramını
netleştirmek için iki ayrım yapar. Bunlardan ilki, dışlanmanın kurucu rolü ve araçsal rolüdür.
İlki, dışlanma/yoksunluğun kendine içkin bir önemi olmasına atıfta bulunur, ikincisi
dışlanma/yoksunluğun sadece araçsal bir öneminin olması durumudur. Örneğin, kredi alma
yoksunluğu kendi içinde bir önem arz etmez ancak insan hayatının fakirleşmesine yol açar.
Bu iki rolün çakıştığı durumlardan da söz edilebilir. Örneğin, toprak sahibi olmanın kendi
içinde bir önem taşıdığı geleneksel toplumlarda “toprak sahibi olmamak bir uzvun
olmamasına benzer.”26 İkinci ayrım ise, dışlanmanın aktif ve pasif olmasıdır. Aktif dışlanma,
bazı kişi ve grupların kasten bazı haklardan mahrum bırakılmasıdır. Pasif dışlanma,
yoksunlukların herhangi bir kasıt olmadan ortaya çıkmasıdır; kötü işleyen bir ekonomi buna
örnek teşkil eder.
Sen, toplumsal dışlanma teriminin herhangi bir ayrım yapılmaksızın kullanılmasına karşıdır.
Sadece dilsel bir benzerliğin ötesine geçebilmek için, TD kavramının yoksunluk fikrine nasıl
katkı sağladığının anlaşılması gerektiğini ifade eder. Ona göre, TD söyleminin gerekli olup
olmadığına yoksunluğa yol açan nedenlerin tipolojisine bakılarak karar verilecektir. Eğer,
yoksunluk ilişkisel bir nedenden kaynaklanıyorsa, TD’dan söz etmek mümkün olacaktır.
Örneğin, açlık durumunda ortaya çıkan yoksunluğu düşünelim. “Herhangi bir gıdaya
ulaşabilirlikten yoksun olmak” ile “herhangi bir gıdaya ulaşabilirlikten dışlanmak” aynı
anlamı ifade edebilir. Bu durumda, “yoksun olmak” ve “dışlanmak” sorunsuz olarak birbirleri
yerine kullanılabilecek terimlerdir. Sen öncelikle, yoksunluğa yol açan nedenlerin ilişkisel
nedenlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığına bakmak gerektiğini söyler. TD kavramına,
ilişkisel nedenler söz konusu olduğunda başvurulmalıdır. “Toplumsal dışlanma söyleminin
25 Ibid., s. 10
26 Ibid., s. 20
18
esas değeri yoksunluğa yol açan ilişkisel nedenlere dikkat çekmesindedir. Bu nedenle
öncelikle sorulması gereken, açlığa ilişkisel bir nedenin yol açıp açmadığı olmalıdır.”27 Şimdi,
Sen’in örneğine dönelim ve iki durumu karşılaştıralım. Birincisi, mahsul yetersizliğinden
kaynaklanan açlık; ikincisi ekonomik güç ve talebin asimetrik artışıyla ortaya çıkan fiyat
değişimlerinin yansıması olarak gerçek ücretlerde görülen düşüşün bir sonucu olan açlık.
Sen’e göre, mahsul yetersizliği nedeniyle görülen açlık, ilişkisel nedenler sonucunda ortaya
çıkmamaktadır. Bu durumda, TD olarak ifade edilmesi gerekli değildir. Öte yandan, ikinci
durumda açlık ilişkisel nedenlere dayandığı için TD yaklaşımı ile analiz edilmesi daha verimli
olacaktır. Benzer şekilde, tarım sübvansiyonlarının kaldırılması sonucunda ortaya çıkan açlık,
aktif bir dışlanmadır. Bu nedenle, TD yaklaşımı ile analiz edilmesi gerekmektedir.
Başka bir deyişle, Sen’e göre bütün yoksunluklar TD ile ifade edilemez ancak TD kavramı
yapabilirlik yoksunluğu olarak, dışarıda hiçbir şey kalmaksızın ifade edilebilmektedir.
Öyleyse, daha geniş bir çerçeve olan YY çerçevesi, TD çerçevesini kapsamaktadır
Buradan yola çıkarak Sen, TD’nın öneminin kendi başına varolabilen bir yoksulluk kavramı
olmasında değil, YY’nın tamamlayıcı bir öğesi olmasında yattığını savunur. Bu görüşleri
değerlendirebilmek için Sen’in toplumsal dışlanma şeklini alan yapabilirlik yoksunluğunu
nasıl ifade ettiğine bakalım.
2.1 Yapabilirlikten Yoksunluk ve Toplumsal Dışlanmanın Grameri
Cambridge Sözlüğü’nde “yoksunluk”, “iyi bir hayat için gerekli şey ve koşullara sahip
olmama” olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre “yoksunluk” bir durum bildirmektedir. Ancak
bu tanım, söz konusu durumun nasıl ortaya çıktığına ilişkin herhangi bir şey içermemektedir.
Yani, “yoksunluk” birilerinin diğerlerine kasti olarak yaptığı bir şey olarak görülmez. Öte
27 Ibid., s. 10
19
yandan “dışlanma”, “bir şeyi ya da birini dışarıda bırakmak” ve “bir kişinin ya da bir şeyin bir
etkinliğe ya da bir yere katılmasının engellenmesi” olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar
sadece dilsel bir nokta olsa da, bu tanımlara bakarak “dışlanma” nın, sorumluluklar ve failler
ile ilgili daha açık bir iddiada bulunduğu söylenebilir.
Sen’in toplumsal dışlanma şeklini alan yapabilirlikten yoksunluk anlayışı şu şekilde formüle
edilebilir.
A, Y nedeniyle, X’ten yoksundur.
A, X ve Y’nin doğasını nasıl anlayabiliriz?
Sen için A bir bireydir; X bireyin değer verdiği yapabilirlik/işlevlerdir. Bireyler, eğitim
görme, uygun yaşam koşulları, politik katılım gibi farklı yapabilirliklerden yoksun olabilirler.
Y ise ilişkisel nedenleri temsil etmektedir.
Sen’e göre, A, X ve Y bu şekilde tanımlıysa, toplumsal dışlanma fikri, hiçbir şeyin göz ardı
edilmediği ve dışarıda bırakılmadığı şekilde YY çerçevesinde ifade edilebilecektir. Bir
sonraki bölümde, iki yaklaşımın farklı bakış açıları yansıtıp yansıtmadığına bakacağım.
Öncelikle her iki yaklaşım için A ve X arasındaki ilişkinin niteliğini inceleyeceğim. İkinci
olarak, TD yaklaşımının literatürde ayırt edici bir özelliği olarak kabul edilen “süreç” olma
yönünün önemine değineceğim.
A)A ve X arasındaki ilişkinin niteliği
YY’da A ve X arasındaki ilişki, birey ve birey için değeri olan işlevler/yapabilirlikler
arasındadır. Önceki bölümlerde, toplumsal faktörlerin araçsal rolüne değinilmişti. Toplumsal
özellikler A ve X arasında “dönüştürülmenin” nasıl yapılması gerektiği ile ilgilidir. Örneğin,
aile ilişkileri, komşuluk ilişkileri bireysel yapabilirliklerin genişletilmesinde araçsal bir rol
20
oynarlar; ya da azınlık grup çatışmaları bireyin güvenli bir yerde yaşama yapabilirliği
üzerinde etkilidirler. Bu durumda, yoksunluklar, bireysel özelliklerdir.
Diğer taraftan, Avrupa tartışmalarında TD yaklaşımı, birey/gruplar ve toplum arasındaki bağ
üzerinde durmaktadır. YY’dan farklı olarak, bu ilişki birey ve onun yaşamaya değer verdiği
bir hayat olarak formüle edilmemiştir. TD yaklaşımında, kişi ve grupların, bir “üye” haline
gelmeyi mümkün kılan toplumsal ağlar, değerler ve özdeşimler ile olan ilişkileri
sorgulanmaktadır. Birey ve toplum arasında daha sıkı bir bağ ortaya koyulmaktadır.
“Toplumsal olarak dışlanmış olmak”, sadece bireysel yoksunluklar ile ilgili bir tespitte
bulunmak anlamına gelmez. Zorunlu olarak bireyin diğer grup, sınıflarla ilişkisine, onlara
göre içinde bulunduğu duruma atıfta bulunur. TD literatüründe, toplumsal dışlanmanın
sistemik bir terim olduğuna dikkat çekilmektedir. Sistemik olma özelliğinin Sen tarafından
göz ardı edildiği söylenebilir: “…… toplumsal dışlanma literatüründe de olduğu gibi ilişkisel
yoksunluk birey düzeyinde meydana gelir.”28 Oysa, sistemik bir terim olarak TD ayrı ayrı
birey ve gruplardan bahsetmenin ötesine geçer. Sorunsallaştırdığı şey işaret ettiği birey ve
grupları aşar; zorunlu olarak sistemin tamamını kapsar. Başka bir deyişle, sorunsallaştırılan
şey öncelikle sistematik olarak eşitsizlik ve yoksunluk yaratan sosyo-ekonomik yapının ta
kendisidir. David Byrne de aynı konuya değinir: “Terim her ne kadar sistemik, yani toplumsal
sistemin doğası ve toplumsal yapının dinamikleri ile ilgili olsa da, bunun …….. failler üzerinde
de etkileri vardır.”29 Sistemik olma özelliği şu şekilde de ifade edilebilir. “Bütün toplumun
bir özelliği olan toplumsal dışlanma ve onun etrafında dönen tartışmalar, toplumun bir arada
durabilmesi, toplumsal bağların sağlanması, üyelerin beraber dayanışma içinde varolabilmesi
için hangi koşul ve araçların mevcut olduğu sorusunu yine tüm topluma yöneltir. Dolayısıyla,
bu tartışma, her şeyden önce politik bir tartışma ya da politik bir kararı gerektiren bir tartışma
28 Ibid., s. 8
29 Byrne (1999), s. 78
21
olarak karşımıza çıkar.”30 Pierre Strobel’in bu sözleri, dışlanma kavramının farklı
anlamlarıyla ilgili olarak da aydınlatıcı olabilir.
Sen, TD ile ilgili yorumlarında sık sık A. Smith’e başvurur. “Smith’in, içerme ve dışlama ile
ilgili görüşleri yoksulluk analizinde merkezi bir yer tutar.”31 Sen’e göre, Smith’in “utanmadan
toplum hayatına katılabilme”ye yaptığı vurgu, TD’nın en iyi ifadesidir. İşte bu görüş Sen’in
argümanının en temel noktalarından bir tanesini oluşturur. Şimdi, YY ve TD yaklaşımları
arasındaki metodolojik farkları anlayabilmek için Sen’in, A.Smith’e yaptığı atıflara bakalım.
Smith zaruri ihtiyaçları şöyle tanımlar: “zaruri ihtiyaçlar, sadece hayatın devamı için gerekli
metalar değil, yoksunluklarının herkes için – en alttakiler dahil- yakışıksız sayıldığı şeylerdir.
Geleneklere göre deri bir ayakkabı İngiltere için zaruri bir ihtiyaçtır. Çünkü, bunlara sahip
olmayan biri – kadın ya da erkek – utanmadan toplum hayatına katılamayacaktır.”32 YY ile
benzer olarak, sahip olunan metalar değil, bu metaların sağladığı toplum hayatına katılabilme
gibi bireysel özgürlükler vurgulanmaktadır. Metaların nitelik ve niceliği bir yerden diğerine
göre değişebilse de, sağladığı bireysel özgürlük değişmez. Dışlanma, bireysel özgürlükler
düzeyinde analiz edilmektedir.
“Gerekli olan metaların ne olduğu kural ve adetlere göre toplumdan topluma değişebilir.
Örneğin görece daha zengin bir ülkede fakir olmak – her ne kadar aynı mutlak gelir fakir bir
ülkede kolaylıkla geçinmeyi sağlayabilecek olsa da – kişinin toplum hayatına katılma gibi en
temel işlevlere ulaşmasını engelleyebilir. Örneğin, zengin bir ülkede toplum hayatına
utanmadan katılabilmek daha fakir bir ülkeye kıyasla daha yüksek standartlar
gerektirecektir.”33
30 Strobel (1996), s. 186
31 Sen (2000b), s. 7
32 Sen (2000a), s. 73
33 Ibid., s. 71
22
Sen’in dediği gibi, Smith toplumsal dışlanmanın özelliklerini geniş bir yoksunluk kavramı
içinde yani, kişinin yapmak istediği şeyleri yapmaya yetkin olmamasından yola çıkarak
incelemektedir. Sen’in Smith’e yaptığı referanslarını göz önünde bulundurarak, Smith’in
analizinin bireysel özgürlüklerin ilişkisel boyutu ile ilgilendiğini söylemek mümkündür. Öte
yandan, TD yaklaşımı esas olarak, toplumsal bağların kopmasına dikkat çeker. Bu durumda
örtülü olarak belli ortak değerler ve kurumlar etrafında örülmüş olan bir toplum düzeni
varsayılmaktadır. Smithçi bir analiz, bireysel yoksunlukların toplumsal boyutu üzerinde
dururken, TD yaklaşımında toplumsal dokunun çözülmesi ve kolektif olarak paylaşılan bir
takım değerlerin yok olması sorunsallaştırılır. İki yaklaşım arasında bireysel yoksunluklardan,
toplumu bir arada tutan bağların yok olmasına doğru bir odak kayması söz konusudur. Bu
odak farkı, iki yaklaşımın içerdiği farklı toplumsal düzen anlayışlarında açık olarak
görülmektedir. Smith, Theory of Moral Sentiments’ ın üçüncü bölümünde servet peşinde
koşma eğiliminden ve bu bireysel eğilimin toplumsal düzeni nasıl oluşturup şekillendirdiğini
anlatır. “Servet hayranlığı, servet ve iktidar sahibi olana tapma, yoksul ve zor koşullarda
yaşayanlardan nefret etme ya da en iyi koşulda yok sayma, her ne kadar toplumda rütbeler
arasında bir ayrım yapmak ve toplum düzenini sağlamak için gerekli olsa da, ahlaki
duyguların yozlaşmasının en evrensel nedenidir.”34 (Vurgu bana aittir) Topluma ilişkin bu
resim, TD yaklaşımının içerdiği toplum anlayışından büyük ölçüde farklıdır. Sonraki
bölümlerde ele alınacağı gibi, TD yaklaşımının zımni olarak içerdiği toplum anlayışı
“vatandaşlık statüsü”35 ne dayanmaktadır. Bu “rütbelerden” oluşan bir toplum değildir.
Aksine, bu eşit statü toplumun üzerinde durduğu ortak zemindir ve toplumsal bağı oluşturan
kurumsal yapıyı şekillendirir. Diğer taraftan, Smith için toplumsal yapı parçalanmış,
bölünmüş bir yapıdır. “Hayatın orta ve alt makamlarında yer alan insanlar hiçbir zaman
34 Smith (2000), s. 127
35 “Vatandaşlık statüsü” kavramı, T.H Marshall tarafından ortaya atılmıştır.
23
hukuktan üstün olamazlar ve bu yüzden bazı temel adalet kurallarına saygı gösterirler. Bu
insanların başarısı her zaman kendi eşitlerinin ve komşularının onlar hakkındaki iyi
görüşlerine bağlıdır. Bu görüşlerin oluşabilmesi ise sürekli kabul edilebilir davranışlar
göstermeye bağlıdır.”36 İki yaklaşımın benimsediği farklı toplum anlayışlarını gördükten
sonra, A. Smith’in vurguladığı “toplu hayatına katılma yetisine sahip olmamayı”, TD’nın en
iyi örneği olarak ortaya koymanın tartışılabilir bir yargı olduğunu söylemek mümkün gibi
görünüyor. Smith’in kaygıları, maddi yoksunlukların ve bireysel özgürlük yoksunluğunun
toplumsal boyutunu anlamak için bir başlangıç noktası oluşturabilirler. Ancak Smith’in
bireysel yoksunluk temelli görüşleri, TD yaklaşımında ortaya koyulan şekliyle, toplumun
tümü için bir kaygıyı içermez. Bu durumda, A.Smith’in toplum anlayışı YY ile bağdaşmakta
ancak özellikle “dayanışma” paradigmasındaki TD anlayışı ile uzlaşmamaktadır. Bu demek
oluyor ki, YY ve TD yaklaşımlarının benimsediği birey ve toplum ilişkileri birbirlerinden
farklıdır. Bu, iki yaklaşımın toplumsal bütünleşme için farklı normatif referans noktaları
benimseyebileceği anlamına da gelmektedir.
TD yaklaşımının başlıca motivasyonu, “dayanışma” olarak görülebilir. Bu durumda başka bir
soru ortaya çıkmaktadır. Dayanışmayı, sadece bireysel yapabilirliklere bakarak ve toplumsal
özelliklere araçsal bir rol atfederek açıklayabilir miyiz? Jeremy Waldron dayanışmanın
toplumsal bir fayda∗
olduğunu ve ancak toplumsal bir düzeyde anlaşılabileceğini söylüyor.
Başka bir deyişle, dayanışma sadece bireysel özelliklerden yola çıkarak anlaşılamaz. Eğer
dayanışmanın Waldron’ın önerdiği gibi toplumsal bir özellik olduğunu kabul edersek, YY’nın
TD yaklaşımının temel motivasyonunu yansıtamayacağını söyleyebiliriz. İlk bölümde, YY’da
topluma araçsal bir rol atfedildiği ve yapabilirliklerin bireysel özellikler olduğu belirtilmişti.
36 Smith (2000), s. 128
∗
Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için, Waldron’ın kullandığı “communal good”, toplumsal fayda olarak
çevrilmiştir. Ancak bu kullanım şekliyle “good”un, “utility” den farklı olduğunu belirtmek gerekir. “Mal ve
hizmetler” anlamına gelen “goods”a yakın olduğu söylenebilir.
24
Şimdi bunların ışığında Waldron’ın toplumsal faydanın ne olduğunu açıklamak için verdiği
örneğe bakalım. Jeremy Waldron, toplumsal fayda için neşeli, canlı bir parti örneğini veriyor.
“Bu her ne kadar soyut görünse de, her katılımcının hedeflediği bir faydadır; şarap seçimi,
kimlerin davet edileceği kararı genellikle bu amacı gerçekleştirmeye yönelik eylemlerdir.
Başarılı olduğu takdirde, tüm katılımcıların yararlanacağı bir fayda söz konusudur. Bu fayda
ancak birlikte yararlanılabilecek bir faydadır. Bu sadece, bir kişinin faydalanması durumunda
aynı faydanın diğerlerinden de esirgenemeyeceği anlamına gelmez. Bunun ötesinde, faydanın
tek tek davetlilerin değil, tüm grubun bir özelliği olduğu vurgulanmaktadır.”37
“Diğerleri ile özdeşleştiğim şey, bir diğerinin partiden aldığı kişisel haz değildir. Ancak
onların haz ve mutluluğu büyük ölçüde, benim ve diğerlerinin bir arada aldığı hazza atıfta
bulunarak kurulmaktadır…, yani benim aldığım haz kişisel, özel bir şey olarak kurulmaz, tek
bir bireyin ötesine geçerek diğerlerine atıfta bulunur.” 38 Yani, her bireyin tek tek sağladığı
fayda, zorunlu olarak herkesin bir arada sağladığı faydaya ve aldığı hazza atıfta bulunur.
Waldron, dayanışma, kardeşlik, Rousseau’nun genel irade ve Marx’ın türsel-varlık
kavramlarının da aynı şekilde anlaşılabileceğinin altını çizer. Hepsinde ortak olan nokta
şudur: Bunlar, toplumun tümü için değerlidir ve bu değer, tek tek bireylerden yola çıkarak
tatmin edici şekilde ifade edilemez. Bu durumda, toplumun bir arada durmasının önemi,
bireysel yapabilirliklerin tek tek hesaplanması yoluyla ya da toplumsal olana araçsal bir rol
vererek ifade edilemeyecektir. “Kardeşliğin ve dayanışmanın önemi, herkesin tek tek
sağladığı avantajda değil, her bireyin avantajının özsel olarak grubun bütününe yaptığı atıfta
yatmaktadır.”39 Benzer şekilde eğer birliği toplumsal bir özellik olarak kabul edersek, YY’nın
sağlamadığı ayrı, bağımsız bir değerlendirme alanına ihtiyaç duyacağız. Öte yandan, TD
yaklaşımının, “toplumun bütünü” nü, bireysel olana indirgenemeyen ayrı bir analiz birimi
37 Waldron (1993), s. 355
38 Ibid., s. 357
39 Ibid., s. 357
25
olarak kabul ettiğini söylemek mümkün gibi görünüyor. Bu durumda, dayanışma
paradigmasının toplumun bütününe indirgenemez bir atıfta bulunduğu söylenebilir. Bu
anlayış, TD yaklaşımının istikrarlı bir toplum yaratmak şeklinde ifade edilen motivasyonunda
da yansıtılmaktadır. Büyük eşitsizliklerin içselleştirildiği ve yoksulların bu nedenle
utanmadan toplum hayatına dahil oldukları bir toplum düşünelim. Bu toplumun analizi
zorunlu olarak TD yaklaşımına başvurmayı gerektirir. Oysa YY’nın bu düzeyde bir analizi
mümkün kılacak bir kavramsal araca sahip olmadığı söylenebilir. D.Byrne de toplum
düzeyinde yapılan bir analizin altını çizerek “ önemli olan, dışlanmayı dışlayan bir toplum
düzeni yaratmaktır”40 der.
Bu bölümde, “birey/gruplar ve toplum ilişkisi” ve “birey ve değer verdiği işlevler ilişkisi”
şeklinde ifade edilen farklı formüllerin iki teoriyi nasıl şekillendirdiklerini göstermeye
çalıştım. İki formül arasındaki farkları açıklayabilmek için toplumsal dışlanmanın sistemik bir
terim olması ve toplumun tümünü bir analiz birimi olarak kabul etmesi üzerinde durdum.
TD yaklaşımı, toplumların çok daha kolay çözülebilir hale geldiğinin altını çizmekte ve
bireysel yerine yapısal düzeyde bir analiz sağlamaktadır. Aksine, YY bireysel düzeyde bir
analiz vermekte ve bireysel yoksunlukları değerlendirirken toplumsal olana araçsal bir rol
tanımaktadır. Bu durumda, toplumsal bir özellik olandayanışma, tek tek bireylerin
avantajlarına bakılarak ifade edilemez. Smith’e yaptığı atıflar, Sen’in argümanının önemli bir
bölümünü oluşturmaktadır. Bu alıntılarda ima edilen toplum anlayışını ve bunun normatif
temellerini kısaca göstermeye çalıştım. Alıntıların da ortaya koyduğu gibi, bireysel
yoksunluklarla ilgili bir kaygı, toplumun bütünü ve toplumsal bağların zayıflaması ile ilgili bir
kaygıyı zorunlu olarak gerektirmez.
40 Byrne (1999), s. 126
26
B) Bir Süreç Olarak Dışlanma
Silver, toplumsal dışlanma kavramının bir sürecin sonucuna değil, bir “gereksizleştirme
süreci”ne işaret ettiğine dikkat çekmektedir. Bu dinamik çağrışım, kişileri toplumsal ağlar,
değerler ve toplumsal özdeşleşme imkanlarından koparan süreçlerin altını çizer. Dolayısıyla,
vurgu toplumun bazı insanları gereksiz kılan yapısal dinamikleri üzerindedir. Bu bölümde,
dışlanmanın bir süreç olarak anlaşılmasının, YY’nın ortaya koyduğu sorulardan daha farklı
soruları mümkün kılıp kılmadığına bakacağız. .
Sen, TD’yı “A, Y nedeniyle, X’ten yoksundur” şeklinde formüle etmektedir. Bu formül,
dışlanmanın iki farklı anlamını içerir. İlki, “yoksun olmak” yerine de kullanılan “bir durum
olarak dışlanma”dır. İkincisi, nedenlere işaret eden “bir süreç olarak dışlanmadır”. Süreç
olarak dışlanma, durum olarak dışlanmayı doğurur. Sen için, A ve X arasındaki ilişki daha
çok “durum olarak dışlanma” maiyetindedir. Sen “dışlanma” terimini bir sürecin neticesi
olarak kullanmaktadır. Ancak, “süreç olarak dışlanma” bir birey veya grubun içinde
bulunduğu durumu tarif etmenin ötesine geçmektedir. Bir süreç ve bir sonuç durum olarak
dışlanma arasındaki fark sadece kullanıma yönelik bir fark değildir. Bu fark, yoksullukla ilgili
farklı tavırları yansıtmaktadır. “Önceleri, birini bir gruptan, bir kurumdan veya bir toplumsal
alandan dışlama eylemi olarak görülürken şimdi bir sürecin sonucuna, dışlananların içinde
bulunduğu duruma işaret etmektedir, yani dışlayanın ne ve kim olduğu belirtilmemektedir.
Dışlanmadan bu şekilde bahsetmek bu durumla bir uzlaşma sağlamak için kullanılan retorik
bir araç haline gelmiştir.”41 TD söylemini tercih edenlerin büyük bölümü dinamik bir süreç
olma özelliğinin bu yaklaşımın ayırt edici bir öğesi olduğuna inanmakta ve analizlerinde bu
özelliğe merkezi bir rol vermektedirler.42 Peki, dinamik bir dışlama eylemine yapılan vurgu
41 Strobel (1996), s. 170
42 “ Toplumsal Dışlanma, Dayanışma ve Küreselleşmenin Zorlukları” adlı makalesinde G.J. Room, dışlanmanın
dinamik bir süreç olma özelliği üstünde durur. “Dezavantajlı konumda olanların özelliklerinin ve sayılarının
belirtilmesi yeterli değildir; gerekli olan bunu tetikleyen nedenleri tanımlamak, sürenin yoksulluğun tecrübe
27
neden önemlidir? Bu vurgu, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan bazı kurumların iyi işlemiyor
olduğuna işaret eder. Yani, dinamik boyut niteliği gereği, birey ve grupların risklere karşı
korunması için sorumluluğun bireylerin kendilerinde değil kurumlarda olduğunu
vurgulamaktadır.
Bir süreç olma özelliği, yoksunlukların doğasına ilişkin nasıl bir bakış açısı sağlar? Buna
cevap verebilmek için Sen’in mahsul azlığı nedeniyle ortaya çıkan yoksunluk örneğine
bakalım. Dışlanmayı bir süreç olarak ele aldığımızda, bu yoksunluk toplumsal bağların
zayıflaması sürecinin bir parçası olarak anlaşılabilir. Sen, mahsul azlığı sonucunda ortaya
çıkan açlığın ilişkisel bir neden içermediğini söyler. Sen “ilişkisel neden”in ne olduğunu
ayrıca açıklamaz ama verdiği örneklerden yola çıkarak “ilişkisel neden”i farklı toplumsal
faktörlerin etkileşimi sonunda ortaya çıkan neden olarak açıklamak mümkün gibi görünüyor.
Bu durumda Sen’e göre, “mahsul alınmaması” farklı toplumsal nedenlerle ilişkili değildir.
Mahsul alınmaması sadece mevcut besinin azalması olarak anlaşılmaktadır. Mevcut besinin
azalması tek başına açlığın sebebi olabilir mi? Aynı örneği toplumsal dışlanma çerçevesi ile
açıklamak, toplumu karakterize eden farklı süreçlere yoğunlaşmayı gerektirir. Bu yaklaşım,
mevcut besinde bir azalma olsa dahi açlığı sadece mahsul azlığı ile açıklamanın yeterli
olmayacağını gözler önüne koyar.43 Mahsul azlığına yol açan ani hava değişiklikleri ya da
edilmesi ve sonuçları üzerindeki etkilerine bakmaktır. Walker’ın dediği gibi yoksulluğu tetikleyen nedenler,
yoksulluğun ortaya çıkışına kıyasla çok daha yaygın.” 43 “Entitlement”, “salahiyet” olarak tercüme edilmiştir. Yoksulluk ve Kıtlık adlı kitabında Sen bu kavramı
kullanır. Bu kavram aracılığıyla, yiyeceğin mevcut olmasının, kişiye o besini tüketme konusunda bir hak ve
yetki sağlamadığı belirtilir. Başka bir deyişle, “yiyeceğin yeterli olması” ve “yeterli yiyeceğe sahip olmak” aynı
şey değildir. Sen “salahiyet” i şöyle tanımlar: “ Kişinin üzerinde hak iddia edebileceği farklı meta grupları.”
Dolayısıyla, kişinin tüketeceği metalar, kişinin salahiyet kümesi ile doğrudan ilişkilidir. “Kendi toprağını eken
bir köylü, ürünleri üzerinde hak sahibidir. İsterse, başka ürün ve hizmetler alabilmek için ürünlerini satar ve bu
şekilde elde edeceği tüm metalar onun salahiyet kümesini oluşturur. Benzer şekilde, bir ücretlinin ücreti ile
alabileceği her şey onun salahiyet kümesinin bir parçasıdır.” Sen’e göre salahiyet, mülkiyet haklarını da
içermektedir. Sen, sosyal haklar ile desteklenmeyen bir mülkiyet hakkı sisteminin, kıtlıkla mücadele edenlerin
hayatta kalma şansını ellerinden aldığını belirtir ancak açlıkla ilgili analizleri öncelikle mülkiyet haklarını temel
almaktadır. Öte yandan, salahiyet sadece hakları içermez, toplumsal meşruluğu olan her türlü ilişki onun bir
parçasıdır. Örneğin, ailenin en yaşlı erkek ferdinin en çok yemeğe sahip olması geleneği de salahiyete bir
örnektir. Sen Yoksulluk ve Kıtlık’ta salahiyet analizini ön planda tutar ve “mahsul azlığı” örneğinde yönelttiğim
soruların benzerlerini cevaplamaya çalışır. Ancak, Sen’in daha sonraki yazılarında “salahiyet” kavramı önemli
28
doğal afetlerin yarattığı zarar, şartlar ve çevreye göre değişkenlik gösterir. Bunlara karşı
alınabilecek önlemler, ailenin istikrarsız ve savunmasız şartlarını doğuran süreçler, aile,
komşuluk gibi kurumların doğası, devlet tarafından sağlanan toplumsal güvenlik ağları ve
erişebilirlikleri, toplumsal dışlanma analizinde göz önüne alınacak faktörler olacaktır. Bu
faktörlerin ışığı altında, çiftçilerin niçin ani değişiklikler karşısında en savunmasız grup
olduğu sorusu meşruluk kazanır. Bunun yanı sıra, toplumsal dışlanma yaklaşımında devletin
kurumsal organizasyonu, farklı sosyal yardım çeşitleri, bunların etkinliği ve etkinliğini
etkileyen faktörler daha detaylı bir araştırma konusu olacaktır.
Son iki bölümde, TD yaklaşımının toplumsal sorunlarla ilgili sağlayabileceği farklı bakış
açılarının neler olduğunu göstermeye çalıştım. Bu noktada, toplumsal dışlanma yaklaşımının
eski bir probleme yeni bir isim vermekten ibaret olmadığını ve özellikle toplumsal bağların
çözülme eğilimi gösterdiği post-Fordist toplumlardaki yapısal değişiklikleri vurguladığını
belirtmek gerekiyor. Bunun yanı sıra, TD yaklaşımı devletin fonksiyonlarının önemli ölçüde
serbest pazar ve özel sektöre aktarıldığı bir sosyo-ekonomik iklimde devletin rolünün yeniden
tanımlanmasını zorunlu kılar. Toplumsal dışlanma tartışmalarında, artan toplumsal eşitsizlik
nedeniyle ortaya çıkan kutuplaşma post-Fordist ve post-endüstriyel toplumların tanımlayıcı
bir özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Çağdaş toplumların karşı karşıya kaldığı problemleri
açıklayabilmek için gelir düzeyleri arasındaki büyük eşitsizlik, farklı sermaye birikim tarzları
ve esnek istihdam pratiklerine başvurmak gerekmektedir. Bir sonraki bölümde, eşitsizliğin her
iki yaklaşımda nasıl bir kavramsal alan kapladığına bakacağım. YY ve TD yaklaşımlarının
yoksulluğu açıklarken eşitsizlik kavramına nasıl ve ne ölçüde bir rol atfettiğini göstermeye
çalışacağım.
bir yer tutmamaktadır; Sen “yapabilirlik” analizini tercih ettiğini açıkça belirtir. Bu değişikliğin , Sen’in
görüşleri açısından ne ifade ettiği başka bir çalışmanın konusu olabilir.
29
III) Eşitsizliğin Rolü
Eşitsizlik kavramının, YY ve TD yaklaşımları için nasıl bir rolü vardır? Eşitsizlik kavramı
göreli terimlerle anlaşılabilir. Peter Townsend göreli yoksunluğun öneminden söz eder:
“İnsanlar, bir toplumun üyesi olarak kendilerinden beklenen davranışlarda bulunabilme ve
ilişkilere girebilmelerini mümkün kılan hayat koşullarına hiç ya da yeteri kadar sahip
değillerse, göreli olarak yoksuldurlar. Eğer bu koşullara sahip değillerse ya da ulaşabilirlikleri
engelleniyorsa, artık bir toplum üyesi olmaktan çıkmışlardır, yani yoksuldurlar.”44 Yani,
göreli yoksulluk zorunlu olarak bazılarının koşullarının diğerleri ile karşılaştırılmasını
gerektirir.
Buna karşılık, yoksulluk mutlak olarak da ifade edilebilir. “Mutlaklık”, belirlenmiş minimum
mutlak düzeylere atıfta bulunmaktadır. Yoksulların, gelir düzeyine bakılarak belirlenmesi
yoksulluğun mutlak olarak kavramsallaştırılmasına bir örnektir. Ancak, gelir düzeyi
yoksulluğun teşhisinde kullanılan tek mutlak standart değildir. Ayrıca, söz konusu
“mutlaklık” yoksulluk için belirlenen gelir düzeyinin her yerde aynı olacağı anlamına da
gelmez. “Mutlaklık”, yoksunlukların kişiler/gruplar arasında karşılaştırılma yapılmadan
değerlendirildiğini ima eder. Örneğin, 2 dolar olarak belirlenen günlük alım gücü paritesi bir
mutlak yoksunluk göstergesidir.
Sen’in belirttiği gibi, “eğer bir kişi aç olduğu için yoksul olarak teşhis ediliyorsa, başkalarının
da aç olması bu teşhisi değiştirmez.”45 YY’da yoksulluk, mutlak yapabilirlikler alanında
değerlendirilmektedir. Sen gelir düzeyini temel alan göreli yoksunluğun, yapabilirlikler
açısından mutlak bir yoksunluk doğurduğunu belirtmektedir. Aynı mutlak yapabilirliklere
ulaşmak için gerekli gelir ve metalar bir toplumdan diğerine, farklı kişisel özelliklere ve farklı
44 www.scvo.org.uk/equalities
45 Sen (1982), s. 16
30
çevre koşullarına göre değişecektir; ancak yoksulluk mutlak bir alanda – yani yapabilirlikler
alanında – değerlendirilir. Öte yandan, TD ait olmak ile ilişkilidir ve zorunlu olarak
karşılaştırmalı bir bakış gerektirir. Bu nedenle, TD çerçevesinin P.Townsend’in ifade ettiği
şekliyle göreli yoksunluk ile ilişkili olduğunu söylemek mümkün. “Göreli yoksunluk,
bazılarının diğerlerine göre arzu edilen bir özelliğe, gelire, uygun istihdam koşullarına veya
iktidara daha az sahip olduğu bir durumu objektif olarak tarif eder.”46 İnsanların kendilerini
toplumla nasıl ilişkilendirdiği ile ilgilenir. Bunların ışığında, şu soru sorulabilir. İki yaklaşım
arasında teorik olarak bir fark var mıdır? Yoksa yapabilirlikler açısından mutlak olan
yoksunlukların gelir düzeyi açısından göreli olması, YY çerçevesinin toplumsal dışlanma
çerçevesini kapsadığı sonucuna ulaşmak için yeterli midir? Bu soruya cevap verebilmek için,
iki yaklaşımın işaret etmek istediği sorunları hatırlamak gerekir. YY, özellikle nüfusun büyük
bölümünün ciddi yoksunluklarla savaşmak zorunda olduğu az gelişmiş ülkeleri
incelemektedir. Öte yandan, TD kavramı, 1970’lerde Avrupa’da ortaya atılmıştır ve zengin
ülkelerde de ortaya çıkabilecek dışlama süreçlerine işaret etmektedir. Toplumsal beraberliğin
bu krizi, Avrupa’da refah devleti krizi ile çakışmaktadır.
İki yaklaşım arasındaki bu fark, eşitsizliğe atfedilen rollerdeki farkı da yansıtmaktadır.
Eşitsizliğin Yeniden Değerlendirilmesi adlı eserinde, Sen toplumun tümü içindeki
eşitsizliklerle değil öncelikle toplumun en dezavantajlı kesiminin maruz kaldığı
yoksunluklarla ilgilenmektedir. İlgili bölümde Sen, yoksullar arasındaki dağılımla ilgili
kaygılarını dile getirir. Head count (H) ve income gap (I) yöntemlerinin zayıf yönünün
yoksullar arasındaki gelir dağılımını göz ardı etmeleri olduğunu belirtir. “Örneğin, yoksulluk
sınırının altında bulunan iki kişi arasında daha az yoksul olana yapılan gelir transferi H ve I
değerlerini değiştirmez. Ancak, zaten yoksul olan daha da yoksullaştığı ve bu artan yoksulluk
46 www.scvo.org.uk/equalities
31
diğerinin gelirindeki artış tarafından karşılanmadığı için bu transferin toplam yoksulluğu
arttırdığı iddia edilebilir. Dolayısıyla, yoksullar arasındaki gelir dağılımını anlamak için başka
istatistiklere ihtiyacımız var.”47 Aynı bölümde Sen, zengin ülkelerdeki yoksulluğa da değinir.
Ancak, toplumun en avantajlı ve en dezavantajlı grupları arasındaki eşitsizliğe değinmez.
Sen’in kaygısı, farklı ülkelerde aynı işlevlere ulaşabilmek için gerekli olan farklı gelir
düzeyleridir. Sen, daha zengin bir ülkede “toplumsal hayata utanmadan katılma” işlevine
ulaşabilmek için daha yüksek bir gelir düzeyine sahip olmak gerektiğini söyler ve ekler:
“zengin ülkelerdeki açlık paradoksunu anlamak için gelir düzeyi açısından değerlendirilen bir
yoksulluk anlayışından, farklı gelir ve metaların yapabilirliklere nasıl dönüştürüldüğünü temel
alan bir yoksulluk anlayışına geçilmelidir.” 48
Bu durumda Sen’in esas kaygısının, tüm toplumdaki eşitsizlikler yerine, yoksulluk olduğunu
görüyoruz. Yapabilirlikler, yoksunluğun ciddi boyutlarını ortaya koyma görevini mükemmel
bir şekilde yerine getirirler. Ancak, yapabilirlikler bir toplumdaki eşitsizliğin boyut ve
derecesi konusunda aynı şekilde aydınlatıcı değildirler. Şöyle ki, bir kişinin sahip olabileceği
servetin bir sınırı yoktur ancak sağlıklı suya ulaşabilme ya da iyi beslenme gibi temel
işlevlerde bir sınırdan söz etmek mümkündür. Bu nokta, G.A Cohen tarafından da ele alınır:
“Her gün servetinize servet ekleyebilirsiniz, ama sağlık ve beslenmenizi benzer şekilde
artıramazsınız…kendinize duyduğunuz saygıya her gün biraz daha güçlendiremezsiniz ve
toplum hayatına katılma isteğinizin de elbet bir sınırı olacaktır.”49 Bu nedenle, yapabilirlikler
toplumun tamamına yayılan eşitsizlikleri açıklamakta yetersiz kalacaktır. Aksine, TD
kavramının Avrupa’da ortaya çıkışının arkasındaki itici güç artan eşitsizliklerdir. Sosyal
sınıflar arasındaki gelir eşitsizlikleri, aynı toplumsal mekanın üyesi olma hissini ortadan
kaldırma tehlikesini doğurmuştur. Avrupa’da, göreli yoksunluk eşiği olarak %60’lık orta gelir
47 Sen (1992), s. 103
48 Ibid., s. 116
49 Cohen (1993), s. 118
32
eşiği kabul edilmektedir. Dolayısıyla, vurgu özellikle gelir eşitsizliği üzerindedir. Toplumsal
kutuplaşmadan türemiş olan TD yaklaşımı için, özel güvenlik şirketlerince korunan izole
edilmiş mekanlarda ikamet eden kişilerin kamusal söylemden kopmaları ve hiçbir sosyal
sorumluluk taşımadan yaşamaları da bir sorun oluşturmaktadır. En üst sosyo-ekonomik
gruplar ile yelpazenin diğer ucunda bulunan en dezavantajlı gruplar arasındaki göreli
yoksunluğa bakmak, bizi bu farklı hayat koşullarının birbirinden bağımsız, ayrı ayrı ele
alınarak anlaşılabileceği fikrinden uzaklaştırır. Eşitsizlik fikrine verdikleri roller ışığında, her
iki yaklaşımı motive eden soruları tekrar formüle etmeye çalışalım. YY’nın kişinin değer
verdiği bir hayatı yaşamak için sahip olması gereken özgürlükler üzerinde durduğunu
belirtmiştik. Yoksullukta söz konusu olan, bireyin en temel işlevlere ulaşamaması yani temel
yapabilirliklerden yoksun olmasıdır. (Sen, bu temel yapabilirliklerin bir listesini vermez. M.
Nussbaum farklı toplumlar arasında insan olmanın ne olduğunu dair bir fikir birliği olduğunu
belirtir ve bundan hareketle evrensel temel yapabilirliklerin bir listesini oluşturur.) YY’nın
cevaplamaya çalıştığı en temel soru şudur: Bireyler, temel işlevlere ulaşabilecekleri
yapabilirliklere sahipler mi? Hizmet, gelir ve metaların yapabilirliklere dönüştürülmesini
etkileyen toplumsal ve bireysel faktörler nelerdir? Öte yandan TD yaklaşımı şu soruya cevap
aramaktadır: Sosyal yapıyı karakterize eden ve her gün artış gösteren toplumsal mesafeleri
yaratan dinamikler nelerdir? Eşitsizlik düzeyi toplumsal birleşmeyi tehdit eden bir düzeyde
midir? Bu sorular, yapısal eşitsizliğin ortak kurallar ve aynı toplumsal mekanın bir üyesi olma
duygusuna yönelttiği tehdide dikkat çekmektedir. Bu çerçevede, sorunsallaştırılan şey sadece
bireylerin “toplum hayatına utanmadan katılabilme” yapabilirliği değildir. Birey ve/veya
grupların toplum içindeki konumlarına dikkat çekilmekte ve bu konumların birbiriyle
karşılaştırılmasını mümkün kılan ortak bir birimin yok olması sorunu üzerinde durulmaktadır.
Toplumsal dayanışmayı tehdit eden toplumsal mesafelere ilişkin kaygı, TD yaklaşımını
motive eden temel itici güçtür. Byrne’in ifadesi de benzer bir kaygıyı yansıtır: “Önemli olan,
33
gelir dağılımındaki değişikliklerin nitelik olarak farklı bir toplumsal düzen yaratıp
yaratmadığı sorusudur.”50
IV) Bir Toplumsal Dışlanma Yorumu
4.1 Toplumsal Dışlanma Tartışması ve “Vatandaşlık Statüsü” Kavramı
Bu bölümde, Marshall’ın “vatandaşlık statüsü” tasarımının TD yaklaşımına nasıl ışık
tutabileceğini göstermeye çalışacağım. Bir önceki bölümde, TD yaklaşımında bireylerin
karşılaştırılmasını mümkün kılan ortak bir birimin yok olması sorunu üzerinde durulduğu
belirtilmişti. Bu bölümde, Marshall’ın vatandaşlık statüsü anlayışının tam olarak bu ortak
birim işlevini görebileceğini göstermeye çalışacağım.
“Vatandaşlık ve Toplumsal Sınıf” adlı çalışmasında, T.H Marshall vatandaşlığın üç kurucu
öğesi olduğunu belirtir: sivil haklar, politik haklar ve sosyal haklar. Sivil haklar, ifade
özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğü, mülkiyet hakkı, sözleşme yapma hakkı ve adalet
hakkı gibi birey özgürlüklerini içerir. Sivil haklarla ilişkili olan kurumlar öncelikle
mahkemelerdir. İkinci öğe, politik haklardır. Kısaca, “politik otorite yetkisi verilen bir birimin
üyesi ya da bu birim üyelerinin seçmeni olarak bireyin siyasi iktidarın icrasına katılması”
51
anlamına gelmektedirler. Bu haklar ile ilişkili kurumlar, parlamento ve yönetim kurullarıdır.
“Sosyal haklar ekonomik refah hakkı, toplumsal mirastan pay alma hakkı ve medeni, toplum
standartlarına uygun bir hayat yaşama hakkı gibi çeşitlilik gösterirler.” İlgili kurumsal düzen,
eğitim sistemi ve sosyal hizmetleri içerir. Bu haklar sırasıyla 18., 19. ve 20 yy. toplumsal,
politik ve ekonomik hayatının birer ürünüdür. Britanya örneğinden hareketle, Marshall sivil
hakların Devrim ve Reform Hareketi arasındaki dönemde şekillendiğini söyler. Modern
50 Byrne (1999), s. 50
51 Marshall (1964), s. 72
34
evrensel vatandaşlık haklarının ortaya çıkışı, pazar ekonomilerinin gelişmesi ile paralellik
gösterir. Marshall’a göre, kapitalist ekonomi mülkiyet haklarının sivil hakların yürürlüğe
koyulması yoluyla kurumsallaşmasını gerektirir. Feodalizmin sona ermesi ile “sivil hakların
oluşma dönemi, zaten mevcut olan bir statüye yeni hakların eklenmesi ve bu statünün
toplumun tüm reşit üyelerine tanınması hikayesi olarak anlaşılabilir. Statünün demokratik ya
da evrensel özelliği, bu statünün bir özgürlük statüsü olmasının doğal bir sonucudur; 17.yy’da
İngiltere’de herkes özgürdü.” 52 Marshall özellikle çalışma hakkına dikkat çeker ve bu hakkın
oluşumuna paralel olarak çalışmaya yönelik tavrın değiştiğini belirtir. Daha önce kamu
çıkarını gözettiği düşünülen yerel tekeller, artık bireyin özgürlüğüne saldırı olarak
görülmekteydi. Özellikle iki sivil hak – mülkiyet hakkı ve çalışma hakkı – emek ve toprağın
metalaşmasını sağlamış ve böylece kapitalizmi mümkün kılan şartları oluşturmuşlardır.
Emek ve toprağın metalaşması bambaşka bir evreni temsil eder. Marshall bu değişikliği şöyle
anlatır: “herkese aynı şekilde uygulanan vatandaşlık statüsü, sınıf, fonksiyon ve aile ile
ilişkilendirilen farklı statülerin yerini almıştı. Böylece, kapitalizmin üzerine kurulu olduğu
eşitsizlik temeli oluşturulmuş oldu.”53 Politik hakların oluşumu, 19.yy’da başladı. Bu haklar,
daha önce vatandaşlık hakları değil sınırlı bir ekonomik sınıfın sahip olduğu haklardı. Yani
sivil hakların bir uzantısıydılar. Marshall’a göre sivil hakların yaygınlaşıp yürürlüğe girmesi,
politik hakların uygulanabilmesi için zorunlu bir koşuldu. Politik haklar, sosyo-ekonomik
statüden bağımsız, genel bir vatandaşlık statüsü olmadan idrak edilemezdi. Böylece, politik
hakların yaygınlaşması zaten varolan hakların vatandaşlık statüsünü alan herkese dağıtılması
anlamına geliyordu: “ …bu nüfusun yeni bir bölümüne zaten varolan hakların verilmesi
anlamına geliyordu….politik haklar kusurluydu, bu kusur içerikleriyle ilgili değil, demokratik
52 Ibid., s. 77
53 Ibid., s. 78
35
vatandaşlık standartlarına göre dağılımla ilgili idi.”54 Politik vatandaşlık haklarının
resmileşme süreci 1918’de İngiliz Reform Hareketi ile sona ermiştir.
Vatandaşlığın evrimi, 20 yy.’da oluşan sosyal haklar ile tamamlanmıştır. Yoksulların hayat
şartlarını iyileştirmek her ne kadar 16.yy’dan bu yana bir tartışma konusu olsa da, bu tartışma
vatandaşlık fikrini merkez alan bir tartışma olmamıştır. Aksine, 1834 Hareketiyle, Yoksul
Yasası sosyal hakları vatandaş statüsünden koparılmış olarak görüyor ve “yoksulların
taleplerini vatandaşlık haklarının tamamlayıcı bir parçası olarak değil onlara bir alternatif
olarak konumluyordu. Yoksullar pratikte bireysel özgürlük haklarını yitirmişlerdi, çalışma
evlerinde tutuluyor ve yasayla politik haklarından mahrum bırakılıyorlardı.”55 Marshall sosyal
hakların vatandaşlık statüsünden ayrıldığı tek örneğin bu olmadığını hatırlatır. Örneğin
Fabrika Yasaları, her ne kadar çalışma koşullarını iyileştirip çalışma sürelerini kısaltsa da,
yetişkin erkeklere değil sadece kadın ve çocuklara uygulanmaktaydı. Bunun nedeni yetişkin
erkeklerin vatandaşlık statüsüne sahip olmaları ancak kadın ve çocukların gerçek bir vatandaş
sayılmamalarıydı. Böylece, ürün ve hizmetlerin vatandaşlık statüsünden hareketle
verilmediğinin altı çizilmekteydi. Başka bir deyişle, belli ürün ve hizmetlerin sağlanması bir
hak meselesi olarak görülmemekteydi. Bu anlayış, bir talepte bulunmanın normatif şeklini,
vatandaşlıktan hareketle bir hak iddia edebilme fikrini içermemektedir.
20. yy.’da sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim vatandaşlığın kurucu öğeleri haline geldiler. Bu
durumda, pazar mekanizmaları ile sürekli bir gerilim içinde olan sosyal haklar artık isteğe
bağlı ya da vatandaşlığa alternatif öğeler olarak görülemezdi. Haklar analitik olarak farklı
kategorilere ayrıştırılsalar da, birbirlerine bağlıdırlar. Marshall’ın eğitim örneği bu noktada
54 Ibid., s. 77
55 Ibid., s. 80
36
aydınlatıcı olabilir. Eğitim kişiye kendi hayatını istediği gibi yönetme imkanını verse de aynı
zamanda politik faaliyetlere katılma, bilgi edinme hakkının etkin kullanımı ve ifade özgürlüğü
ile yakından ilişkilidir. Marshall, eğitim hakkının bireysel bir hak olduğunu ancak bu hakkın
icrasının toplumsal bir görev olduğunu ifade eder. Böylece birey haklarının toplumsal
boyutuna işaret etmektedir. Haklar sadece bireyin refahını artırmaya hizmet etmez; aynı
zamanda birey toplumsal hayatın bir katılımcısıdır ve birey haklarının icrası sağlıklı bir
toplum hayatını ifade eder.
Yukarıda belirtildiği gibi, Marshall vatandaşlığın evrimini tarihsel olarak açıklar. Bu
açıklamada, toplumun çatışan çıkarlar ile tanımlanmadığı varsayımı zımnen yer almaktadır.
Bu varsayım altında farklı sınıfsal çıkarlar her zaman çatışmak zorunda değildir, uyum içinde
varolabilirler ve toplum vatandaşlık idealine doğru ilerlemektedir. Peki, Marshall’ın
açıklaması sadece tarihsel ve betimsel bir açıklama mıdır? Benim görüşüm, bu açıklamanın
sadece betimsel olmadığı yönünde. Marshall’ın kapitalist toplumlardaki eşitsizliklere karşılık
“vatandaşlık statüsü” kavramını nasıl anlamamız gerektiğine dair normatif bir açıklama
sunduğunu söyleyebiliriz. Bir özel mülkiyet sistemi olan kapitalist topluma özgü eşitsizlikler
ve zorunlu olarak toplumsal eşitlik talep eden sosyal yardım hükümleri arasındaki gerilim
Marshall’ın vatandaşlık statüsü anlayışında merkezi bir yer tutar.
Bir sonraki bölümde, “vatandaşlık statüsü”nün yoksunlukların ortadan kaldırılması için nasıl
normatif bir temel oluşturduğunu göstermeye çalışacağım. Bu yorumda, vatandaşlık statüsü
kavramı sadece betimsel değil, normatif bir role sahiptir. Sosyal politikaların yoksullukla
nasıl savaşması gerektiği sorusuna bir cevap oluşturur. Bu resimde yoksulluk zorunlu olarak
sadece bir “hak çerçevesi” içinde anlaşılan politik bir problem olarak ortaya koyulur.
37
4.2 “Vatandaşlık Statüsü”nün Normatif Yorumu
Marshall vatandaşlığı, “bir toplumun tam üyesi olan herkese tanınan bir statü” olarak
tanımlar. Bu statünün birbiriyle ilişkili iki kurucu öğesi vardır. Bunlardan ilki eşitlik, diğeri
ise hak kavramıdır.
“Bu statüye sahip olan herkes, hak ve görevlere göre eşittir. Hak ve görevlerin neler olduğunu
belirleyecek evrensel bir prensip yoktur ancak vatandaşlığın bir kurum olarak geliştiği
toplumlar ideal bir vatandaşlık fikri yaratır; bu ideale doğru hareket eder, gelişim ve
başarılarını ölçmek için bu ideali bir ölçüt olarak kabul ederler. Bu yoldaki itici güç ise daha
fazla eşitliktir.”56
Marshall kapitalizmin niteliği gereği eşitsizlik üzerine kurulu bir sistem olduğunu ve farklı
toplumsal sınıflar gerektirdiğini kabul eder. Peki farklı toplumsal sınıf anlayışları nelerdir?
İlki bir statü hiyerarşisi üstüne kurulu, kendi başına bir kurumdur. “Sosyal tabakalar
arasındaki farklılık, yaşam standartları açısından ifade edilemez. Çünkü bu farkın ortaya
koyulabilmesini sağlayan ortak bir standart zaten ortadan kalkmıştır.”57 Bu doğal bir düzen
olarak kabul edilmektedir. İkinci toplumsal sınıf anlayışında ise “sınıf, kendi başına bir kurum
değil, diğer başka kurumların bir yan ürünüdür. Sınıf farkları, yasalar ve adetlerle
tanımlanamaz; mülkiyet kurumu, eğitim ve ulusal ekonominin yapısı gibi farklı faktörlerin
etkileşimi ile ilişkilidir.”58 İşte kapitalist toplumları karakterize eden toplumsal sınıf budur.
Toplumda hizmet, meta ve gelirin dağılımındaki eşitsizlik, sınıflar arasında herhangi bir ortak
zeminin ortadan kalkması derecesine ulaşabilir. Bu aynı zamanda toplumda herhangi bir
birliğin kalmadığı anlamına da gelir. Öte yandan, vatandaşlık statüsü bir statü eşitliği
anlamına gelir. Marshall mutlak bir eşitlik peşinde değildir. “Sosyal hizmetlerin
genişletilmesi, gelirlerin eşitlenmesi için bir araç değildir. Önemli olan medeni bir hayatın
56 Marshall (1964), s. 84
57 Marshall (1964), s. 84
58 Marshall (1964), s. 85
38
sağlanması, risk ve emniyetsizliğin azaltılması, ve farklı tabakaların bu açılardan
eşitlenmesidir… Statü eşitliği, gelir eşitliğinden daha önemlidir.”59
Bu durumda, toplumsal sınıf ve vatandaşlık statüsü birbiriyle çatışan kavramlardır.
Vatandaşlık haklarının evrimi, politik ve sivil hakların yaygınlaşması ile başlamıştır. Bu
haklar kapitalist ekonominin büyümesi için bir zemin oluştururlar. Öte yandan evrim sosyal
haklarla devam eder. Sosyal haklar, kapitalizmin niteliği gereği içerdiği eşitsizliklere bir çare
olarak görülmektedir.Yani Marshall’ın vatandaşlık statüsü kavramı çatışan ilkeler içerir ve
vatandaşlık statüsü toplumda birliği sağlayan toplumsal bir bağ oluşturmayı hedefler.
Bu durumda, vatandaşlık statüsü kapitalizmdeki eşitsizlikler karşısında önerilen politik bir
araçtır. Bu çerçevede, dayanışma ve toplumsal bütünleşmenin politik tasarımlar olduğunu
belirtmekte fayda var. Bunlar vatanseverliğin, merhametin ya da yardımseverlik duygusunun
bir sonucu değil, aynı hak ve görevlere sahip olmanın bir sonucu olarak görünürler.
Vatandaşlık statüsünün ikinci önemli boyutu hak kavramıdır. Bunu, vatandaşlık statüsünün
normatif şekli olarak adlandıracağım. Normatif şekil, vatandaşlık taleplerinin nasıl anlaşılması
gerektiği, nasıl iddialar olduklarını ve neye dayanarak karşılanmaları gerektiği konusunda
bilgi verir. Bu çerçeve içinde, sosyal yardımı bir sadaka, yardımseverlik, geleneksel
kurumların bir uzantısı, geçici ve bir koşula bağlı olarak görmek mümkün değildir. Sosyal
güvenlik ve toplumun nasıl bir arada duracağı ahlak ve siyaset felsefesinin uzun yıllardır
tartıştığı konulardır. İhtiyacı olanlara yiyecek, para, giysi vb. yardımlarda bulunmak farklı
dinler tarafından asırlar öncesinden bu yana desteklenmektedir. Her ne kadar yoksulluğun
insan hayatı için kabul edilemez olduğu konusunda ahlaki bir görüş birliği olsa da, yoksulların
ihtiyaçlarının nasıl, neye dayanarak karşılanması gerektiği konusunda farklı görüşler söz
konusudur. Dolayısıyla tartışma yoksullara yardım etmenin ahlaki olarak doğru olup olmadığı
59 Marshall (1964), s. 103
39
tartışması değil, sosyal hizmetlerin normatif şekline ilişkin bir tartışmadır. Bir kişi diğerine
dini bir görev olduğu için, fedakârlıktan ya da acıdığı için yardım edebilir. Önemli olan, bu
kişinin yardım talep etmeye hakkı olup olmadığıdır. Kant’ın “ eksik görev” (imperfect duty)
kavramı bu noktada aydınlatıcıdır. Kant, sadaka vermeyi evrensel ahlaki bir görev olarak
kabul eder.
“eksik görevler, genel amaçlara yönelik talimatlardır, uygun davranışlarda bulunarak bu
görevleri yerine getirmek takdire layıktır.”60 Ancak, bu durumda muhtaç kişinin bu hakkı
talep etme hakkı yoktur. Yani bu davranışın ahlaki olarak takdire layık olması, muhtaç olan
kişinin bu yardıma hakkı olduğu sonucunu doğurmaz. Bu durumda, sosyal yardım politik bir
konu değil kelimenin tam anlamıyla ahlaki bir konudur. Ahlaki bir konu olarak “başkalarına
yardım” zorlanamaz; hukuki normlar ve kurumlar tarafından uygulaması dayatılamaz. Yoksul
Yasası da bu duruma iyi bir örnektir. Marshall bu yasanın toplum yapısını değiştirmeyi
amaçlamadığını aksine mevcut düzeni çok az değişiklikle korumayı hedeflediğini söyler.
1834 Hareketi ile yasa sadece yaşlılık ve hastalık nedeniyle çalışamayanlara yardım ön
görüyordu; “yoksulların talepleri vatandaşlık haklarının tamamlayıcı bir parçası olarak değil,
aksine haklara bir alternatif olarak görülüyordu – çünkü bu talepler ancak kişilerin tam
anlamıyla vatandaş sayılmadığı durumlarda karşılanıyordu.” Yoksul Yasası Tadilat
Kanunu’na göre fiziksel olarak muktedir bir kişinin yardım alabilmesi, bu kişinin çalışması
koşuluna bağlıydı. Bu durumda, yasa bir çalışma evinde ağır şartlarda çalışmayı sosyal
yardım için koşul olarak kabul ediyordu. “Kamu işlerine katılım bir haktan çok bir görevdi.”
Marshall’ın ifade ettiği gibi “ biçare halde olanlara sağlanan yardımlar vatandaşlık statüsünün
zenginleşmesinin bir sonucu değildi. Bu yardımlar devlet tarafından sağlandığında da,
vatandaşlık haklarının bir uzantısı olarak değil, onlara alternatif oluşturacak şekilde
düzenleniyorlardı. Ancak işin büyük bölümü özel yardım derneklerine bırakılıyor; yani “hayır
60 Kant (1964), 4: 422-423
40
işi” olarak ele alınıyordu. Yardım kurumları ile ilgili genel görüş, yardımlar üzerinde hak
iddia edilemeyeceği yönündeydi.”61
Bunun aksine, Marshall yardımların vatandaşlık statüsünden kaynaklanan bir hak konusu
olduğunu belirtmektedir; yani taleplerin normatif formunun ne olması gerektiği konusunda
Marshall son derece nettir. Bazı düşünürler, sosyal yardım talepleri ve servetin dağılımındaki
hak iddialarını bir “haset”in sonucu olarak görürler. “Eşitlikçilik taleplerinin kaynağı hasetten
başka bir şey değildir.”62 “Haset” olarak değerlendirmenin bir nedeni, bu taleplerin alt sosyal
sınıflardan, zengin üst sosyal sınıflara yöneltilmiş iddialar olarak görülmesi olabilir. Başka
deyişle, bu talepler zenginlerin gelir ve servetine göz dikmek olarak görülür. Marshall’ın
vatandaşlık statüsü anlayışı ise tamamen farklı bir evreni yansıtır. Söz konusu olan ne alt
sınıfların üst sınıflara yönelttiği talepler ne de evrensel bir adaletsizliği düzeltmeye yönelik
taleplerdir. Aksine bu iddialar, eşitlerin “tüm toplumsal mirastan pay alma haklarıdır.” Bu
durumda yoksulluğun iyi niyet, gönüllü yardım ve hayır işleri yoluyla çözülebileceğini ön
gören yaklaşımlar Marshall’ın çerçevesine dahil edilemez. Bu resimde, sosyal yardım
talepleri, toplumun üyesi olmanın bir sonucudur. Bu iddialar sadece servet, gelir ve metalara
yönelik talepler değildir; “Sosyal yardım, toplumun üyeleri için yaptığı bir şeydir; insanların
kendi hayatlarını istedikleri şekilde düzenleyebilmeleri için bir referans noktası oluşturur. Bu
nedenle, Yeni Sağ görüşü savunan düşünürlerin yaptığı gibi sosyal yardım fikrine yapılan
saldırılar, aslında insanların kendileri ve hayatları hakkında düşünme şekillerine yapılan
meydan okumalardır. İşte tam da bu nedenle ait olmanın, burada yaşamanın ve kendine bir
hayat oluşturmanın anlamına saldırmaktır. Yani bir açıdan vatandaşlık anlayışlarına yapılmış
bir saldırıdır.”63 Dolayısıyla, ait olmak anlamında vatandaş olmayı sadece “kişinin değer
61 Marshall (1964), s. 80
62 Hayek (1960), s. 93
63 Waldron (1993), s.432
41
verdiği” bir işlev olarak tanımlamak yeterli olmayacaktır. Vatandaş olmak aynı zamanda iddia
ve taleplerin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili normatif bir zemin oluşturmaktadır.
4.3 Politik Bir Araç Olarak Vatandaşlık Statüsü ve Yapabilirlikten Yoksunluk
Yaklaşımı
Geçen bölümde, Marshall’ın vatandaşlık statüsü anlayışını açıklamaya çalıştım. Özellikle,
vatandaşlık statüsünün normatif boyutuna değindim. Bu normatif boyut, toplumsal
bütünleşmenin hak zeminli bir çerçevede anlaşılması gerektiğine açıklık kazandırmaktadır.
TD yaklaşımının vatandaşlık statüsü ile özdeşleştirilmesi, bu statünün altına düşülmemesi
gereken bir eşik, bir sınır olduğu anlamına gelir. TD tartışmalarında, dışlanma sık sık
vatandaşlık ile ilişkilendirilir. “Yoksulluk vatandaşlığın zıddıdır….yoksulluk sosyal
vatandaşlık kavramı için çok önemli bir sınır oluşturmaktadır. Bu limitin ötesinde insanlar
birçok açıdan toplumun katılımcı üyesi değildirler, yani politik, sivil ve toplumsal olarak 0-
dışlanmışlardır; yani “ikinci sınıf vatandaştırlar.” 64
Vatandaşlık statüsünün karşıtı olarak toplumsal dışlanma temel hakların yadsınmasıdır. Bir
önceki bölümde anlatılanlar göz önünde bulundurularak, TD yaklaşımının zorunlu olarak
normatif bir boyut içerdiğini; oysa aynı normatif boyutun YY içinde açıkça yer almadığını
söylemek mümkün gibi görünüyor. Bu, sağlıklı olma, iyi beslenme ve temiz su kaynaklarına
ulaşma gibi temel yapabilirliklerin bir hakkın nesnesini oluşturamayacağı anlamına gelmez.
Ancak bir hakkın nesnesi, hakkın normatif şeklinden ayrıdır. Biri hakkın içeriğini belirlerken
diğeri bu taleplerin nasıl anlaşılması gerektiğini açıklar. A.Sen özgürlüklerin ahlaki gücünün
hak iddiası doğurabileceğini söylese de, yapabilirlikler nitelikleri itibariyle, hak diskurunun
64 Littlewood and Glorieux (1999), s. 16
42
zorunlu olarak içerdiği normatif boyuta sahip değildirler. “Bir İnsan Hakları Teorisinin
Öğeleri” başlıklı makalesinde Sen hak iddiaları ve özgürlükler arasında bir ayrım yapar.
“Özgürlükler, hakların içerdiği iddia ve talep edebilme gücüne karşılık sadece insanların
içinde bulundukları durumu betimler.”65 Vatandaşlık statüsü ile özdeşleşen haliyle TD
yaklaşımı, iddia ve talepleri nasıl anlamamız gerektiği konusunda normatif bir açıklamayı
zorunlu olarak içerir. Ancak bu normatif boyut, YY’ın içsel, zorunlu bir parçası değildir.
Sen’in hak söylemi ve özgürlükler söylemi arasında yaptığı ayrım bu görüşü destekler
niteliktedir. “Bir hak iddiasının değeri, diğer kişiler üzerinde yardımda bulunmaları gerektiği
konusunda bir istem yarattığı ölçüde bu hakka tekabül eden özgürlüğün değerinin ötesine
geçebilir. Hak söylemi olmadan, özgürlükler söylemi ile hayatımızı idare edebilsek de –
belirtmeliyim ki benim Özgürlükle Kalkınma’ da özellikle üzerinde durduğum özgürlükler
söylemidir – bazen bir kişinin belli bir özgürlüğe sahip olabilmesi için diğerlerinin yardımda
bulunması önem kazanır. Hak söylemi, özgürlük söylemini desteklemektedir.”66 Normatif
boyuta ilişkin farkın ortaya koyulması, TD yaklaşımının zorunlu bir öğesinin YY’nın içsel bir
öğesi olmadığını göstermektedir. Başka bir deyişle, YY’nın hak zeminli bir çerçeveyi
içermesi teorik olarak mümkün olsa da, bu çerçeve YY’nın zorunlu olarak temel aldığı bir
zemin değildir.
Teoriler arasındaki bu normatif farkın sosyal politika açısından ortaya çıkardığı sonuçlar daha
detaylı bir araştırmanın konusu olabilir. Bununla ilgili olarak şu sorular yöneltilebilir.
Örneğin, sosyal güvenlik ağları sadece kriz dönemlerinde ortaya çıkan yoksulluğa karşı alınan
önlemlerden mi oluşuyor? Başka bir deyişle, sosyal güvenlik kriz dönemlerinde ortaya çıkan
toplumsal riskleri azaltmaya yönelik geçici bir yardım mıdır? Bu soruya verilen olumlu bir
cevap, yardımların mevcut durumu iyileştirmeyi amaçladığını ancak toplumda yapısal bir
65 Sen (2000b), s. 328
66 Sen (2000), s. 31
43
değişikliği hedeflemediği anlamına gelecektir. Sosyal güvenlik ağlarının sadece kriz
dönemlerinde sağlanması yoksulluğun yapısal değil sadece kriz dönemlerinde ortaya çıkan bir
olgu olarak ele alınmasına zemin hazırlamaktadır. Başka bir deyişle, kriz döneminde ortaya
çıkan yoksunluklar sosyo-ekonomik çerçevenin “içsel” bir özelliği olarak değil, bu çerçevenin
dışında olarak algılanır. Buna göre, yoksunluklar kriz döneminde ortaya çıkarlar, kurumsal
yapının bir parçası değildirler. Yani, yoksunluklar “oyunun kaideleri” değil, aksine istisnai
kaidelerdir. Bu, TD’nın yoksulluk tanımında önemli bir noktaya işaret eder. Böyle bir
yaklaşım, yoksulluğun yapısal bir sorun olduğunu ortaya koyan TD yaklaşımının içinde yer
alamayacaktır.
44
SONUÇ
Tarih boyunca, yoksulluğu açıklamak için farklı kavramlar kullanılmış ve farklı tartışmalar
ortaya atılmıştır. Toplumsal dışlanma ve yapabilirlik yoksunluğu güncel tartışmalarda yer alan
yoksulluk yaklaşımlarıdır. Bu iki yaklaşım, yoksulluğun sadece ekonomik bir kategori
olmadığına dikkat çekmekte ve yoksulluğun politik, kültürel ve toplumsal boyutlarını
incelenmektedir.
Bu çalışmada, A.Sen’in YY’nın TD yaklaşımını içerebileceği görüşünden hareket ettim.
Sen’in bu görüşüne karşılık olarak, benim amacım iki yaklaşımın temsil ettiği sorunlara ve
sorunsallaştırma şekillerindeki farklara dikkat çekmekti. Bu farklardan bazıları değerlendirme
yaptıkları alanın doğası ve bu alanın nasıl kurulduğuna ilişkin metodolojik farklar. Diğer
farklar ise, eşitsizlik kavramının her iki teoride oynadığı rol ve teorilerin içerdiği normatif
boyutlarla ilgili farklar. TD yaklaşımını, Marshall’ın vatandaşlık statüsü anlayışı ile
özdeşleştirmek, farklı hak kategorilerine aynı eşit statüyü tanımayı gerektirmektedir. Bu
durumda, sosyal yardım vazgeçilebilir ya da isteğe tabi bir konu olarak görülemez.
Vatandaşlık statüsünün normatif yorumu, farklı hak kategorilerinin mantıksal ya da ahlaki
açıdan birbirinden öncelikli ya da üstün olamayacağını ortaya koyar. Hak kategorileri
arasındaki kronolojik öncelik mantıksal ya da ahlaki açıdan bir önceliği gerekli kılmaz. Bu
durumda, vatandaşlık statüsü birbiriyle çatışan hakları bünyesinde barındırnaktadır. Bu
vatandaşlık anlayışının kabulü, sosyal haklara karşı çıkmak için mülkiyet hakkı gibi sivil
hakları temel alan argümanlar kullanmayı olanaksız hale getirir. Vatandaşlık statüsü ile
45
özdeşleştirilen TD yaklaşımı zorunlu olarak bir hak çerçevesi içermektedir. Öte yandan,
özgürlükler yani yapabilirlikler, hakların nesnesini, yani içeriğini oluşturabilirler. Ancak hak
iddialarının normatif şekli, YY’nın zorunlu bir öğesi değildir. Bu durumda, TD yaklaşımının
aksine, YY yoksulluğa karşı savaşan politikaların nasıl anlaşılması gerektiğini belirleyen
normatif bir zemin üzerine inşa edilmemiştir.
Yoksulluk, her ne kadar tarih boyunca bir sorun olmuşsa da, bir yoksulluk analizi teknolojik
ilerlemeler, farklı üretim şekilleri, küresel eğilimler, politikalar, ekonomik, sosyal ve politik
hayatın farklı örgütlenmesi nedeniyle o döneme özgü yöntemler kullanmalıdır. Bu önemsiz
bir hatırlatma gibi görünse de, kavramların ortaya çıktığı farklı toplumsal koşulları göz
önünde bulundurmak açısından önemlidir. Toplumsal dışlanma kapitalizmin dönüşüm
geçirmeye başladığı ve sosyo-ekonomik sistemlerin yeniden yapılandığı bir dönemde
Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bunun YY’nın TD yaklaşımını içerdiğini iddia eden Sen
tarafından gözden kaçırıldığını söylemek mümkün gibi görünüyor. TD kavramının güncellik
kazanması, neo-liberal akımlar sonucunda ortaya çıkan refah devleti krizine denk
düşmektedir. Bu durumda, TD yaklaşımı yoksulluğu artan gelir eşitsizliğinin bir sonucu olan
toplumsal kutuplaşma ile ilişkili yapısal bir problem olarak ortaya koymaktadır.
Bu noktada günümüzdeki neo-liberal söylem ile 19.yy’daki söylemin benzerliğine dikkat
çekmek istiyorum. Aynen 19. yy tartışmalarında olduğu gibi, güncel neo-liberal söylem de
yoksulluğu “politik olanın” dışına yerleştirmeye çalışmaktadır. 19.yy’da olduğu gibi eğilim,
sosyal yardımı geçici bir yardım, bir bağış ya da hayır işine indirgemek yönündedir. Başka bir
deyişle, sosyal yardım zorunlu değildir, şartlara göre sosyal yardımdan vazgeçilebilir. İşte
toplumsal dışlanma kavramının gelişimi, tam da böyle bir arka plan içinde gerçekleşmiştir. Bu
nedenle, yoksulluğu apolitik bir konu haline getirmeye çalışma eğilimlerine bir cevap olarak
46
anlaşılmalıdır. Kavramın içinden çıktığı toplumsal koşullar göz önünde bulundurulunca
yukarıda bahsedilen normatif boyutun ve eşitsizliğin TD yaklaşımı için önemini anlamak
mümkün olacaktır. Toplumsal dışlanma yaklaşımı, tüm toplumu ilgilendiren bir toplumsal
eşitsizlikten türemiş ve yoksulluğu politik bir sorun olarak ortaya koyan dayanışma fikrinin
normatif boyutu ile şekillenmiştir.
Bu iki yaklaşım arasında belirtilen farklar, bu yaklaşımları metodolojik bireycilik ve
metodolojik bütüncülüğün birer örneği olarak ele almayı mümkün kılar. Bu ayrı bir analiz
gerektirse de, değerlendirme alanlarının ele alınışı ve iki yaklaşımı motive eden farklı
görüşler, bize bu konuyla ilgili ipucu sağlayabilir. Metodolojik bireycilik tüm sosyal
olayların, bireylerin düşünce, tercih ve eylemleri ile anlaşılabileceğini iddia eder. Öte yandan,
bütüncülük toplumsal olayların daha makro bir düzeyde ve kendi içlerinde bağımsız bir
değerlendirme gerektirdiğini savunur. Çünkü bazı olaylar ancak ve ancak daha yüksek
düzeylerden bakıldığında görünürlük kazanır.67 Bireycilik ve bütüncülük ayrımı farklı
düşünürler tarafından farklı şekillerde yapılmıştır. Yakın zamanda, esas tartışmanın toplumsal
özelliklerin ve pratiklerin indirgenemezliği üzerinde olduğu ortaya atılmıştır.68 Bu görüşe
göre, bireycilik bireyin toplumsal özellikleri olduğunu kabul etse de, indirgenemez toplumsal
özellik ve toplumsal pratiklerin varlığını reddetmektedir. Bhargava bireyciliği ontolojik,
anlatımsal ve semantik bireycilik olarak üçe ayırır. Bunlar birbiriyle ilişkilidir ancak analitik
olarak ayrıştırılabilirler. Daha önce de belirtildiği gibi, Bhargava’ya göre anlatımsal bireycilik
metodolojik bireyciliğin temelini oluşturur.
67 Jepperson (1994). Jepperson, “Contemporary Sociology”de yayınlanan, Bhargava’nın Sosyal Bilimlerde
Bireycilik: Bir Metodolojinin Şekli ve Sınırları adlı kitabının eleştirisinde, farklı düzeylerdeki teorilerle ilgili bu
yorumu yapmaktadır. 68 Detaylı bir tartışma için bkz. Bhargava (1992)
47
Metodolojiye ve içeriğe dair farkların birbiriyle ilişkisini netleştirmeyi hedefleyen başka bir
çalışma da yapılabilir. Toplumsal faktörlere atfedilen metodolojik rol ile iki teorinin
benimsediği normatif temeller arasında bir ilişki var mıdır? Benzer bir düşünce H.Silver’ın
açıklamasında da göze çarpar: “dışlanma bütüncü bir toplum anlayışını yansıtmaktadır. Bu
anlayışa göre eşitsizliğin artması toplumun bir arada durmasını engellemektedir.”69 Benzer bir
anlayışı Marshall da benimser: “devlet, tek tek bireylere değil, toplumun tümüne karşı
sorumludur.” 70
69 Littlewood and Glorieux (1999), s. 12
70 Marshall (1964), s. 105
48
Kaynaklar
Bhargava, Rajeev. Individualism in Social Science- Forms and Limits of a Methodology,
Oxford:Clarendon Press, 1992.
Bhalla, Ajit and Frederic Lapeyre. “Social Exclusion:Towards an Analytical and Operational
Framework”, Development and Change, Vol.28(1997), 413-433
Byrne, David. Social Exclusion, Buckingham: Open University Press, 1999.
Gore, Charles. “Irreducibly Social Goods and the Informational Basis of Sen’s Capability
Approach”, Journal of International Development. Vol.9, No2, 235-250
Kant, Immanuel. Groundwork of the Metaphysics of Morals, NY: Harper&Row, 1964.
Lİttlewood P., et. al., (Eds). Social Exclusion in Europe: Problems and Paradigms,
Aldershor:Ashgate:1999.
Hirschman, Albert. The Rhetoric of Reaction, Massachusetts: Harvard University Press, 1991
Marshall, T.H. Class, Citizenship and Social Development, NY: Doubleday and Company,
1964.
Nussbaum, Martha and Sen, Amartya (Eds.) Quality of Life, Oxford:Clarendon Press, 1993.
Sen, Amartya
————— (1992) Inequality Reexamined, Massachusetts:Harvard University Press.
—————-(1982) Poverty and Famine. An Essay on Entitlement and Deprivation, NY:
Oxford University Press.
—————(2000a) Development as Freedom, NY: Knopf, Borzoi Books Inc.
—————(2000b)“Social Exclusion: Concept, Application and Scrutiny”,
Social Development Papers. No.1
————–Özgürlükle Kalkınma, Ayrıntı Yayınları, 2004. çev: Yavuz Alogan.
Smith, Adam. The Theory of Moral Sentiments, Amherst, NY: Prometheus Books, 2000
49